<$BlogRSDURL$>
TurcoPundit
21 December 2004
 
“Dört Yıl Daha”: Yeni Bush Yönetimi ve Dünya
Şanlı Bahadır Koç
·

Spotlar

1. İkinci dönem Başkanlıklarda balayı erken biter; medya daha acımasız, Kongre
daha az itaatkâr, muhalefet daha fazla bileylenmiş, yabancı hükümetler daha az saygılı ve kadrolar daha az disiplinlidir.

2. Bush Yönetimi’nde, ideolojinin, hakikati görmenin önünde bir engel değil, onu değiştirmek ve şekillendirmek için kullanılan bir levye olduğuna inanılmaktadır. Yeni muhafazakalara göre, realistler Amerikan gücünün başarabileceklerinin tam olarak farkında değillerdir. Onlara göre realistler, “tekerlekleri statükonun kumuna saplanmış”, yaratıcılıkları sınırlı, eski moda insanlardır. Yeni muhafazakârlar, dünyayı ve Amerikan pozisyonunu korumak değil, onu dönüştürmek istemektedir.

3. Değişim olacaksa da, bunun Yönetim’in kendi isteğiyle değil, şartların ve olayların zorlamasıyla olması daha muhtemeldir.

4. Dışişleri, Amerikan Ordusu ve CIA gibi güvenlik bürokrasisinin Bush Yönetimi’ne karşı kısmî “sivil direniş”i gelişebilir.

5. Son dönemde dünyaya büyük endişe veren ve tepki toplayan Amerikan dış politikasını şekillendiren kabaca beş önemli unsurdan bahsedilebilir. Bunlar; Bush’un içgüdüleri, yeni muhafazakârların amaçları ve dünya görüşü, 11 Eylül’ün halk ve elitler üzerinde yarattığı etki, ABD’nin ihtiyaçları ve ABD’nin gücüdür.



Son dönemde dünyaya büyük endişe veren ve tepki toplayan Amerikan dış politikasını şekillendiren kabaca beş önemli unsurdan bahsedilebilir. Bunlar; Bush’un içgüdüleri, yeni muhafazakârların dünya görüşü, 11 Eylül’ün halk ve elitler üzerinde yarattığı etki, ABD’nin ihtiyaçları ve ABD’nin gücüdür. Seçim bu faktörlerde önemli bir değişiklik yaratmamıştır. Dış politikanın tasarlanması ve uygulanması bazı yapısal sınırlar içinde gerçekleşse de, bu süreçte insan faktörünü küçümsememek gerekir. Amerikan dış politikasının önemli pozisyonlarında bulunan kişilerin dünya görüşleri, geçmişleri ve aralarındaki “kimya”, politikanın yönünü ve şeklini belirlemekte bazen çok önemli olabilmektedir. Bu listeye karar alma mekanizmalarının ve Yönetim ile bu kararları uygulayacak bürokrasi arasındaki ilişkinin şeklini de eklemek gerekebilir. Personel tercihleri, Başkan’ın niyetlerini yansıttığı için, izlenecek ya da izlenmesi amaçlanan politika için bazı ipuçları verebilir. Bu yazı, yapısal faktörlerin yanında, dış politika ile ilgili kilit pozisyonlardaki değişiklikleri de dikkate alarak, Bush Yönetimi’nin izleyebileceği muhtemel dış politikanın yönünü analiz etmeye çalışacaktır.

Yeni Bush Yönetimi’nin önünde zorlu bir gündem bulunmaktadır[1]: Terörle mücadele, Irak[2], İran[3], Filistin[4], Afganistan, K. Kore, Büyük Orta Doğu projesi, AB ile ilişkilerin tedavisi, kendi bölgesi dışında da aktif bir görüntü vermeye başlayan Çin’in[5] çevrelenmesi ve otoriter eğilimleri güçlenen Putin’e karşı nasıl bir politika izleneceği gibi zorlu konularda acil, maliyeti yüksek ve riskli bazı kararlar alınması gerekebilir[6]. Seçimden sonra gözlemciler, Bush’un dış politikasında devamlılık ve değişim yönünde işaretler aramaktadır. Değişim olacaksa da, bunun Yönetim’in kendi isteğiyle değil, şartların ve olayların zorlamasıyla olması daha muhtemeldir. Değişimin olup olmayacağını, olacaksa da şeklini, boyutunu ve zamanlamasını belirleyecek etkenler şunlar olabilir: Seçim öncesi verilen sözler ve yapılan açıklamalar; Bush’u destekleyen gruplar ve bunların Yönetim üzerindeki etkisinin şekli; yenilenen – ve yenilenmeyen- kadrolar[7] ile karar alma mekanizmaları; Başkan’ın içgüdüleri, niyeti ve eğilimi; dış faktörlerin dikte ettiği şartlar ve krizler.

İkinci dönem Başkanlıklarda balayı erken biter; medya daha acımasız, Kongre daha az itaatkâr, muhalefet daha fazla bileylenmiş, yabancı hükümetler daha az saygılı ve kadrolar daha az disiplinlidir[8]. Skandallardan sıyrılma çabası ile tarihe geçecek bir şeyler yapma güdüsü bir arada yer alır. Bazı çevrelerde, bir çok yönden (karakter, yöneticilik stili, içgüdü, ideolojik perspektif) babasından çok Reagan’a benzetilen[9] George W. Bush’un, onun gibi ikinci dönemde daha uzlaşmacı politikalar izleyebileceği beklentisi bulunmaktadır.

Ne Bush’un ne de yardımcısı Cheney’nin 2008’de aday olmayacak olmaları Amerikan Yönetimine belli bir rahatlık getirecektir[10]. Bush, halktan aldığına inandığı “siyasî sermayeyi” harcama konusunda çekingen olmayacaktır[11]. Bush, ilk dört yıllık dönemde, Başkanlığın gücü ve sınırları konusunda, belki ancak yaşanarak öğrenilecek bir tecrübe kazanmıştır. Başta Dışişleri olmak üzere, yaptığı yeni atamalarda kendisine doğrudan bağlılığı olan kişileri seçmiştir[12]. Bu nedenle, Başkan’ın politikanın oluşturulması ve uygulanması sürecine daha fazla müdahil olacağı[13] düşünülmektedir. Ancak, bu gelişmenin ilk döneme oranla daha yumuşak politikalar getireceğini düşünmek için, şu an elde yeterince işaret yoktur[14]. Göründüğü kadarıyla, Bush, ilk dönemde izlediği yolun doğruluğundan emindir. Seçim zaferinin de bunu tasdik ve takdis ettiğini düşünmektedir. Bush’un ilk dönemde örneği bolca görülen türden tek taraflı, müdahaleci ve “milliyetçi” uygulamalarının asker, bütçe ve meşruiyet açıklarının[15] elverdiği ölçüde devam etmesi yüksek bir ihtimaldir. Kongre’nin iki kanadındaki Cumhuriyetçi hakimiyeti de, yeni dönemde Bush’un avantajları arasındadır.

Ancak bazı sınırlar, zorluklar ve sorunlar da yok değildir. Amerikan hegemonyasına karşı oluşan global dengeleme eğilimi ikinci dönemde daha belirgin hale gelebilir. ABD’den somut açılımlarla desteklenmiş büyük çaplı bir “cazibe taarruzu” gelmediği takdirde, Amerikan aleyhtarlığı uluslarası sistemin yarı-kalıcı bir unsuru haline gelebilecektir. Ekonomide yaşanabilecek problemler ve Irak’ta kaosun derinleşmesi gibi nedenlerle Bush’un içerideki popülaritesi azalabilir. Doların hızlı ve kontrolsüz değer kaybının Yönetim’in beklediğinden daha olumsuz sonuçları olabilir. Tarihsel olarak, Amerikan Yönetimleri’nin “topal ördek ” haline geldikleri ikinci dönemlerinde Kongre, medya, yabancı başkentler tarafından ciddiye alınması bir ölçüde zorlaşabilir. Tarihin en güçlü Başkan Yardımcısı ve bir tür Başbakan gibi olan olan Cheney’nin sağlığının bozulması Yönetim’in dengesini bozabilir. Hızlı ve büyük çaplı personel değişiklikleri sonucunda Bush Yönetiminin o ünlü iç disiplini zayıflayabilir. Amerikan Başkanlarının ikinci dönemlerinde daha çok görülen skandallardan bir veya daha fazlası patlak verebilir. 2008 seçimleri için Cumhuriyetçi Parti içinde bir köşe kapmaca yaşanabilir. Bush’un performansı ve popülaritesine göre, Cumhuriyetçi Başkan aday adayları ona yakın görünmekten kaçınabilirler. Cumhuriyetçi Parti’nin ılımlı kanadı[16], partiyi, ülkeyi ve dünyayı yanlış yere götürdüğünü düşünerek Bush’un politikalarına karşı bayrak açabilir. Ayrıca, Dışişleri, Amerikan Ordusu ve CIA gibi güvenlik bürokrasisinin Bush Yönetimi’ne karşı yürüttükleri kısmî “sivil direniş” gelişebilir[17].

Yönetim’de Personel Değişikliği

İlk dönemde Yönetim içinde bir ölçüde fikrî rekabet vardı. Tartışmaları genelde yeni muhafazakârlar kazanıyordu, ama yine de açık sayılabilecek bir tartışma ortamı yaratılmıştı. Diplomasi yolu isteksizce, kısmen ve göstermelik de olsa deneniyordu. Şimdi yönetimin ağırlık merkezinin iyice sağa kaymasıyla bir dengesizlik oluşabilecektir. Bush Yönetimi ne yapacağına karar vermiş ve yapılacak işler listesini problem yaratmadan hayata geçirecek kişiler seçilmiş gibi görünmektedir. Bush Yönetimi’nde, ideolojinin hakikati görmenin önünde bir engel değil, onu değiştirmek ve şekillendirmek için kullanılan bir kaldıraç olduğuna inanılmaktadır[18]. Bush, dış politikasının aksadığını, kaynaklarla amaçlar arasındaki makasın açıldığını ve bu durumun sürdürülemeyeceğini görerek gerekli düzeltmeyi yapacak mı? Yoksa, işlerin büyük ölçüde iyi gittiğine inanarak benzer politikalara devam mı edecek? Seçim öncesinde, yönetimin hata ve başarısızlıkları kabul etmekten kaçınmasının kendi içinde bir mantığı vardı. Ama tekrar seçildikten sonra da, bu kendi kendini eleştirme sürecini atlamanın ciddi bedelleri olabilecektir. Bush’un ikinci dönemde daha yumuşak ve uzlaşmacı politikalar izleyeceğini umanlar personel tercihleri sonucunda hayal kırıklığına uğramıştır. Bush, ekibinde hızlı bir yenilemeye gitmesine rağmen, izleyeceği politikalarda da bu yöne gideceğine dair somut hiçbir işaret vermemiştir. Kabinesinin yarısından fazlasını yenileyen Bush, bu yola, izlenecek politikalara kendi damgasını vurmak, ilk dönemde rahatsız olduğu bazı unsurlardan kurtulmak ve ekibine yeni bir dinamizm getirmek için girmiş olabilir. Bu değişikliklerdeki en önemli kriterin, Başkan’a bağlılık ve yakınlık olduğu görülmektedir. İlk dönemde, Bush’un farklı bakış açılarına sahip bakan ve danışmanları olmasını, fikir ve seçenek açısından bir zenginlik olarak gördüğü belirtiliyordu. Powell’ın gidişi ile, Bush’un duyacağı fikirlerin çeşitliliğinin azalacağı düşünülebilir[19]. Yönetimin “şahinlik katsayısı” artmış ve “ağırlık merkezi” şahinlere doğru daha da kaymıştır. Artık İran ve Kore gibi konular, Yönetim’in en üst düzeylerinde tartışılırken, askerî gücün kullanılması dahil sert yöntemlerin uygulanmasının önünde fren olarak duracak kimse kalmamıştır. İş İdaresi tahsili yapmış olan Bush’un, kabinesinde farklı görüşlerin yer almasından memnun olduğu ve bunun entelektüel bir rekabet yarattığına inandığı belirtiliyordu. Ama Powell’ın gönderilmesi, aslında Beyaz Saray’ın eleştiriye ve farklılığa fazla tahammülü olmadığını ve ikinci dönemde Yönetim içinde fikrî rekabet ve görüş zenginliğinin olmayacağını düşündürtmektedir[20]. Bu gelişmenin sonucu olarak, Bush’un gerçeklerle olan bağlantısı iyice zayıflayabilir.

Rumsfeld

Bush’un yeni kabinesi ile ilgili kararlarının belki de en önemlisi Rumsfeld’in pozisyonunu koruması olmuştur. Powell’ın ayrılmasına rağmen Rumsfeld’in yerini koruyor olması anlamlıdır. Çünkü bu iki Bakan arasında ters bir simetri olduğu ve ikisinin de aynı anda ayrılacağı yönünde bir beklenti oluşmuştu. Rumsfeld’in kalması, “dere geçerken Savunma Bakanı değiştirilmez” düşüncesinin sonucu olduğu kadar, Başkan’ın Rumsfeld’e duyduğu güvenin de bir göstergesidir. Bush, en çok eleştirilen[21], ayrılacağı yönünde en fazla spekülasyon yapılan, kabinenin en yaşlı (72) bakanı Rumsfeld’i görevde tutarak önemli bir mesaj veriyor olabilir. Rumsfeld’in, enerjisinden bir şey kaybetmiş olmasa da, yaşı bahane gösterilerek emekli edilmemiş olması önemli bir tercihtir. Genelde kabul edilen fikir ve uygulamaların dışına çıkmaktan çekinmeyen Rumsfeld’in düşman kazanmaya yatkın bir kişiliğe sahip olduğu belirtilmektedir. Savunma Bakanı, tarzı ve bazı kararları nedeniyle, sadece Demokratlar, medya ve Avrupa başkentlerinde değil, Kongre’de, kendi partisinde ve Amerikan silahlı kuvvetlerinde de çok sayıda kişinin tepkisini çekmiştir. Rumsfeld, Irak’ta sonradan gücünü kendisinin de kabul etmek zorunda kaldığı direnişi öngöremedi; savaş öncesinde Irak’a yeterince asker göndermedi ve sonra da bu pozisyonunda ısrar etti; savaş sonrasındaki kaosu önlemediği gibi önemsemedi. Ebu Garib skandalının, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak onun yarattığı atmosferin bir sonucu olduğu düşünülmektedir. Türkiye’de bir çok kişinin yanlış bir şekilde Rumsfeld’i bir parçası saydığı yeni muhafazâkar kesimlerde bile Rumsfeld’e karşı önemli bir tepki bulunmaktadır[22]. Rumsfeld’i karakter ve tarz olarak kendine yakın bulan Bush, Savunma Bakanı’ndan vazgeçmenin yapılan hataların bir itirafı olarak görülmesinden endişelenmiş olabilir.

Bush, güvenliği seçim kampanyasının merkezine koymuştu. Seçimi kazandıktan sonra Savunma Bakanı’nı değiştirmemesi normal karşılanabilir. Rumsfeld’in başlangıçta düşünüldüğü gibi sadece bir yıl mı, yoksa daha uzun süre mi Bakanlıkta kalacağı belli değildir. Rumsfeld ile beraber Paul Wolfowitz ve Douglas Feith’in de görevlerinde kalacakları düşünülmektedir. Böylelikle Savunma Bakanlığı’nın sivil kanadında devamlılık sağlanmış olacaktır. Rumsfeld’in başladığı işlerin çoğunun daha sonuçlanmadığı[23] söylenebilir. Daha hafif ve hızlı bir ordu isteyen Rumsfeld’in bu konudaki çabaları henüz meyve vermeye başlamamıştır.[24] Bush’un, Rumsfeld’in Amerikan silahlı kuvvetlerini köklü bir dönüşümden geçirmek ve modernize etmekle ilgili bu vizyonunu beğendiği bilinmektedir[25]. Rumsfeld, Irak’ta durumun düzeleceğini, silahlı kuvvetlerin dönüşümü projesinin ilerleyeceğini, Dört Yıllık Savunma Planı’na kendi damgasını vuracağını, füze savunmasının bir fantezi olmaktan çıkacağını ve tarihe başarılı bir Savunma Bakanı olarak geçeceğini düşünerek kalmak istemiştir.

Rice

Condoleezza Rice, Güvenlik Danışmanlığı süresince Başkan Bush ile çok yakın kişisel ilişkiler geliştirmiştir. Bu, yeni görevi için bir artı olarak görülebilir. Ancak Rice “realist” Brent Scowcroft’un talebesi olmasına rağmen, son dört yıl içinde bir ölçüde neo-conlara yanaşmıştır. Ama yine de İran ve K. Kore konusunda diyalog yolunu onlardan daha fazla savundu. Rice’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’ndaki performansı ile ilgili olarak, 11 Eylül öncesinde yapılan terör uyarılarını ciddiye almadığı, departmanlar arası eşgüdüm ve disiplini (“interagency process”)[26] sağlamada başarı gösteremediği ve Pentagon’un şahinlerine hakim olamadığı şeklinde eleştiriler[27] yapılmaktadır. Büyük, köklü ve muhafazakâr bir yapısı olan Dışişleri Bakanlığı bünyesinin Rice’ı kabul edip etmeyeceği tartışılmaktadır. Rice’ın, Cheney ve Rumsfeld’e karşı bir eziklik içinde olduğuna ve istese bile onlara kendini kabul ettiremeyeceğine inananlar çoğunluktadır. Rice’ın Bush’un yakını olması söylediklerinin yabancı başkentlerde daha bir dikkatle dinlenmesini sağlayabilecektir. Öte yandan da, Rice dünyada Başkan’a duyulan tepkiden nasibini alacağı için göreve belli bir yükle başlayacaktır.
Rice, ilk dönemde yeni muhafazakârlarla Powell arasında denge oyu idiyse de, nihaî kararlara bakıldığında tercihini genellikle Cheney’nin liderliğindeki grup için kullandığı söylenebilir. Rice, ilk dönemde, hem işgal ettiği mevkinin merkeziliği, hem Başkan’a yakınlığı sayesinde dış politikada önemli bir “fark” yaratabilecek durumda olmasına rağmen, bunu gerçekleştirememiştir. Rice, şahinlerin çoğundan farklı olarak diplomasinin önemli olduğunu kabul etmektedir. Ama diplomasinin gerektirdiği beceri ve sabra ne denli sahip olduğu tartışmalıdır. Rice Dışişleri Bakanlığı’nı sahiplenecek mi, yoksa geçmişte başka bazı bakanların yaptığı gibi, işleri yanında getirdiği az sayıda danışmanı ile mi götürmeye çalışacaktır?[28] Bazıları ise, Rice’ın daha da ileri giderek, yeni CIA Başkanı Goss’un yapmaya çalıştığı gibi, “binayı” ıslah etmeyi deneyeceğini düşünmektedir. Bu durumda Dışişleri bürokrasisinin önemli bir direnişi olabileceği söylenmektedir. Rice’ın başka bir ortamda Fransa, Almanya ve Rusya için söylediğini Dışişleri Bakanlığı’na uyarlamak gerekirse, yeni Dışişleri Bakanı Amerikan diplomatlarını cezalandıracak mı, onları yok mu sayacak, yoksa affedecek ve kazanmaya mı çalışacak? Kilit görevlerdeki kariyer bürokratlarına yönelik kapsamlı bir temizlik operasyonu başlatırsa, başında olduğu kurum ile çatışma riski ile karşı karşıya gelecektir. Rice, muhtemelen, dört yıl beraber çalışacağı kadroları ilk baştan karşısına almak istemeyecektir.

Rice’ın, Powell’ın yerini almış olmasının önemi, bu ikisi arasındaki bakış açısı farklılığından çok, Başkan’a olan yakınlık dereceleri ile ilgilidir. Rice’ın, eski vekilinin Ulusal Güvenlik Danışmanı olması nedeniyle, Beyaz Saray’daki koordinasyon sürecinde etkin olabileceği de söylenmektedir. Ama başka bir düşünceye göre, Rice, Bush’un hemen yanında değil de Dışişleri Bakanlığı’nda olunca, Başkan ile olan ilişkisi eski yakınlığını koruyamayabilir. Ulusal Güvenlik Danışmanlığı karnesi kırıklarla dolu olan Rice, son dört yıldır Bush’un sırdaşı ve uluslararası ilişkiler konusundaki hocasıydı. Sonuçta bu roller büyük ölçüde kapalı kapılar ardında oynanıyordu. Dışişleri Bakanlığı ise daha çok kameraların önünde oynanan bir roldür. Rice’ın bu nedenle, eski görevinde olduğundan daha açık ve popüler olması gerekecektir[29]. Rice’ın “hocası” realist Scowcroft, ulusal güvenlik danışmanlığından Dışişleri Bakanlığı’na geçişin zor olduğuna dikkat çekmektedir[30] Scowcroft, bu ikisinin oldukça farklı işler olduğunu belirtmektedir. Ona göre, ağırlık ilkinde siyaset belirleme ve koordinasyonda, ikincisinde ise diplomasidededir. Bir Dışişleri Bakanı diplomasinin geleneksel ve “halkla ilişkiler” boyutlarını beraber götürebilmelidir. Acaba Rice bu işi yapmak için yeterince donanımlı mıdır? Ulusal Güvenlik Konseyi gibi personel sayısı 100 civarında olan bir birime tam olarak hakim olamaması çok daha büyük bir kurum olan Dışişleri Bakanlığı’nda ne denli başarılı olabileceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.[31] Amerikan dış politikasında Dışişleri Bakanlığı, giderek merkezi rolünü kaybetmektedir. Bunun Rice ile değişebileceğine inananlar varsa da[32], şahinler Bakanlığın sorununun başında kimin olduğundan bağımsız olduğunu düşünmektedir. Onlara göre, Amerikan Dışişleri, diplomasiyi bir saplantı haline getirmektedir. Diplomatlar, genelde askerî gücün öneminin ve gerekliliğinin farkında değildir. Şahinler ayrıca Bakanlığı, Amerikan çıkarlarının avukatlığını yapmak yerine yabancı ülkelerin Washington’daki lobiciliğini yapmakla eleştirmektedir[33].

Rice-Rumsfeld ilişkisi, Powell ile Rumsfeld’inki kadar değilse de, problemli olmuştu. Rice’ın aslında Savunma Bakanlığı görevini tercih ettiği düşünülüyordu. Rice, Cheney ve yeni muhafazakârlardan gelen telkinlere rağmen[34] yardımcısı olarak John Bolton’u seçmezse işe önemli bir başarıyla başlamış olacaktır[35]. Bu konudaki son kararı muhtemelen Bush verecektir. Ama eğer Rice yardımcısını kendi seçmekte ısrar ederse, Bush’un buna karşı çıkmayacağı düşünülebilir. Ancak bu sefer de, Bolton’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcılığına gelmesi sözkonusu olabilecektir.[36] Rice hakkında umutlu olmak için bazı nedenler de yok değildir: ilk başta kendisinden beklenen, Powell’dan daha sert olmakla beraber, Yönetim’de Cumhuriyetçi Parti’nin “gerçekçi” kanadını temsil etmesiydi[37]. Ama öyle olmadı. Yönetime girdiğinde “realist” olan Rice giderek yeni muhafazakarlara daha yakın bir pozisyona geçmiştir. Rice Yönetim’in geneline hakim olan havaya kendini kaptırmış ya da azınlıkta kalmak istememiş olabilir. 11 Eylül’ün etkisiyle samimi olarak “dava”ya katılmış da olabilir. Rice’ın “neocon” lardan farklı düşündüğü zamanlar olduysa bile, bunu çok az belli etmiştir. Eliot Abrams’ı Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Orta Doğu sorumluluğuna getirmesi muhtemelen yeni muhafazakârların baskısı ile olmuştur. Ancak Irak’ta işler sarpa sarmaya başlayınca, Irak koordinatörlüğünü Pentagon’dan alıp Scowcroft gibi bir başka realist Robert Blackwill’e vermesi dikkat çekiciydi. Yine de Rice’ın son dört yılda kendi damgasını vurduğu bir başarısı olduğunu söylemek zordur[38]. Rusya üzerine akademik kariyer yapan Rice, Orta Doğu konusunda bir uzmanlığı olmamasına rağmen bölgeyi dönüştürme projesini sahiplenmekten kaçınmamıştı[39]. Rice, Dışişleri Bakanı olduktan sonra, İran’a, doğrudan ikili görüşmeler değilse bile, nükleer programından vazgeçmesi için pozitif teşvikler sunacak mı? Yardımcısı Bolton olursa bunun gerçekleşmesi çok çok güç olacaktır.

Bu arada Armitage’ın yeni oluşturulacak istihbarat koordinatörlüğüne geleceği iddiaları bir yana, ufukta Cheney’nin dış politika üzerindeki etkisini kendi sağlığı dışında sınırlayacak bir faktör görünmemektedir. Hadley’in[40] Ulusal Güvenlik Danışmanlığına getirilmesi, yakın olduğu bilinen Cheney’nin kazanç hanesine yazılabilir. John Bolton’un Dışişleri’nde iki numara olması halinde şahinler, Yönetimin dış politikasında iyice hakim konuma geçecekler ve kilit bütün pozisyonları kontrol eder hale geleceklerdir. O noktadan sonra Bush’un sürpriz ılımlı açılımlar yapması teknik olarak zorlaşacaktır. Çünkü politika seçeneklerinin oluşturulması, bunların kâr-maliyet analizlerinin yapılması ve Başkan’a hangi şekilde sunulacağı neredeyse tamamen şahinlerin elinde olacaktır. Bu durumda, Wolfowitz’in 2006 başında Savunma Bakanı olması beklenebilir. Ancak Irak’taki başarısızlığın geri çevrilemez hale gelmesi ve Cumhuriyetçilerin içinden çıkabilecek parti içi muhalifler Wolfowitz’i engelleyebilir.

Bush seçimden sonra, ittifakları güçlendirme ve diplomasiye canlılık getirme konusunda muğlak ifadeler kullanmakla yetinmiş[41] ve henüz bunları somut girişimlerle desteklememiştir.
Bush’un Şubat ayında yapacağı Avrupa gezisinde uzattığı “zeytin dalını” söylemden öteye götürerek somutlaştırması beklenebilir. Kerry seçilseydi Washington ile başta Paris-Berlin olmak üzere AB arasında bir balayı yaşanabilirdi. Ancak Bush’un seçilmesi ile bir yumuşama yaşanması için sözlerden daha fazlası gerekecektir. İlişkide kısa vadede bir ilerleme sağlanmazsa, Bush’un ikinci dönemi, Atlantik ötesi ilişkilerdeki problemin artarak kemikleştiği ve kalıcı hale geldiği bir dönem olabilir. Avrupa’dan bazı sesler ABD ile inatlaşmanın kesilmesi ve dört yıl daha beraber yaşanacak Bush Yönetimi ile anlaşma yollarının aranması gerektiğini savunmaktadır[42]. Ama bunlar hâlâ azınlıktadır ve sayılarının artması Washington’dan bazı jestlerin gelmesini gerektirmektedir. Avrupalıların çoğu ABD ile ilişkilerin kontrolsüz bir şekilde daha da bozulmasından endişe etseler de, “eski güzel günlere dönmek” için çok fazla fedakarlık yapmak niyetinde de değillerdir. The Economist’in de dikkat çektiği gibi, sorunlu konularda çözüme ulaşmanın ve beraber hareket etmenin iki tarafın da çıkarına olması, tarafların mutlaka anlaşacakları anlamına gelmemektedir[43]. Avrupa başkentleri Bush’un yeni ekibini mikroskopik bir analize tabi tutmakta ve sertlik yanlılarının durumlarını koruyup korumadıklarına bakmaktadır. Yeni Bush Yönetimi, Avrupa’ya içerik açısından doyurucu olmasa da, hiç değilse tarz itibarıyla çekici gelecek ve red edilmesi kolay olmayacak bazı açılımlarda bulunabilirse, ilişkinin geleceği konusunda iyimser olmak mümkün olabilir. Ukrayna’daki krizde gösterilen paralel ve muhtemelen danışıklı tutumun diğer konulara da taşınıp taşınamayacağı dikkatle izlenecektir.[44]

Sonuç

Seçimden hemen sonra yapılan değerlendirmeler belirli ölçüde yanılma riski taşımaktadır. Bir başkanı seçenler ve onun seçilmesine yardım edenler ile dönemin sonunda bundan memnun olanlar her zaman aynı olmayabilir. Özellikle ikinci dönemlerde bu fark daha da artabilir. Bush yeniden seçilmek zorunda değildir. Kongre’de partisinin önemli ama son istihbarat reformu yasasında görüldüğü gibi sorunsuz olmayan bir çoğunluğu vardır. Kilit pozisyonlara kendi istediği isimleri getirmiştir. Başkanlar ikinci dönemlerde tarihe geçmek için daha bir istekli olmaktadır. Amerikan dış politikasının dünyadaki gerçekleri yaratma, etkileme ve değiştirme gücü o kadar fazladır ki, burada sınırlı bir değişim ve tarz yeniliğinin bile dünya siyaseti için önemli sonuçları olabilir. Amerika, başında kim olursa olsun, ne dünyanın en güçlü ülkesi olmaktan, ne de diğer “ölümlü” devletlerin dışında kendine ait bir kategoride bulunmaktan vazgeçmeyecektir. Ama bu hedef Bush’un ilk dönemindeki kadar karışıklık yaratmadan gerçekleştirilebilir.

Şartlar Yönetimin tam olarak istediğini yapmasını engelleyebilir. Bunun en çarpıcı örneğinin İran olacağı düşünülmektedir. ABD’nin ekonomik ve askerî sorunlarının Bush’u sınırlayacağı ve belli oranda değişmeye zorlayacağı söylenebilir. Bu sınırlayıcı unsurların başında para, asker ve meşruiyet açıkları gelmektedir: 1) Amerika’nın bütçe ve dış ödemeler dengesindeki açıklar, bunun doların değeri üzerinde şimdiden görünen ve Amerikan halkının refahı üzerinde zamanla ortaya çıkabilecek etkisi, 2) Amerikan Ordusu’nun hemen hemen tüm askerlerinin ya halihazırda belli bölgelerde konuşlanmış olması, ya da buralardan yeni dönmüş olması ve 3) ABD’nin ve Bush Yönetimi’nin “siyasî meşruiyet açığı”nın bulunması.

İnsanlar, gruplar ve devletler değişebilir, öğrenebilir veya öğrendiklerini unutabilirler. Ama Bush Yönetimi’ni oluşturan kişilerin temel konulardaki (güç kullanımı, ittifaklar ve tek taraflı hareket etmek, uluslararası kurumların ve hukukun önemi, demokratikleşme) görüşlerinde önemli bir değişim olduğunu söylemek mümkün değildir. Bush’un ilk dönemden farklı politikalar izlemesi imkansız değildir. Ama bu noktada söylenebilecek olan, yaptığı personel değişikliklerinin ve verdiği diğer işaretlerin çok azının bu yönde olduğudur.
· ABD Masası, Araştırmacı. E- posta: sbkoc@avsam.org
[1] Richard Haass, “The World on His Desk”, The Economist, 4 Kasım 2004; Henry Kissinger, “America's Assignment”, Newsweek, 8 Kasım 2004.
[2] Irak, yeni yönetimin önündeki en ivedi konu olacaktır. Seçimlerin ertelenip ertelenmeyeceği, seçimden çıkacak Irak yönetimi ile ilişkilerin nasıl yürütüleceği, Irak güvenlik güçlerinin eğitimi, Irak’tan çekilmenin şekli ve zamanlaması, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunup korunmayacağı, Şiî egemenliğinde bir Irak’ın kabullenilmesi ve potansiyel Kürt-Türk, Kürt-Arap ve Sünnî-Şiî çatışmalarına nasıl karşılık verileceği gibi konularda alınacak kararlar zorlu değer tercihleri (trade-offs) içerecektir.
[3] Franklin Foer, “Neocon v. Neocon on Iran”, The New Republic, 20 Aralık 2004.
[4] Arafat’in ölümü ve Şaron’un Gazze Planı’nın barış için bir “fırsat penceresi” açmış olabilir. James Baker, barış sürecinin Washington tarafından zorlanması gerektiğini belirtmektedir. James Baker, “Talking Our Way to Peace”, New York Times, 2 Aralık 2004; Martin Indyk, “Actions Speak Louder Than Tours”, New York Times, 6 Aralık 2004. Bu düşünceyi eski tüfeklerden Scowcroft, Brzezinski ve bir ölçüde Kissinger’ın da paylaştığı söylenebilir. Ancak şu aşamada Bush sadece Filistin Yönetimi’nin demokratikleşmesine vurgu yapmakta ve İsrail’e baskı yapacağına dair herhangi bir işaret vermemektedir. Barış sürecini hareketlendirmek her şeyden önce Sharon’u sıkıştırmayı gerektirmektedir. Bush’un Şaron baskı yapmaya eğilimi, gücü ve ihtiyacı olup olmadığı belli değildir. Bush’un kafasında bu yönde fikirler, planlar ve politikalar olduğu şüphelidir. Filistin devletinden bahsederken sadece muğlak bir niyet sözkonusu olabilir. Ya da, daha kötüsü, Bush insanlara duymak istediklerini düşündüğü ama aslında kendisinin inanmadığı bir şeyi söylüyor olabilir. Sharon’un âdil denebilecek türden bir barışa direneceği açık olduğuna göre Washington’un bu direnişe nasıl karşılık vereceğini önceden belirlemesi gerekmektedir
[5] Güney Doğu Asya’da etkinliği artan Çin’in, İran ve bir ölçüde S. Arabistan ile geliştirdiği özel ilişki ve Güney Amerika’da aktifliği dikkat çekicidir. Robin Wright, “Iran's New Alliance With China Could Cost U.S. Leverage”, Washington Post, 17 Kasım 2004; Simon Henderson, “China and the Oil: The Middle East Dimension”, Washington Institute Policy Watch, 15 Eylül 2004.
[6] Bunlara Dolar’ın değer kaybının Amerikan ve dünya ekonomisi açısından yaratacağı sonuçların yönetilmesi, emekli olacak Fed Başkanı Alan Greenspan’ın yerine kimin geleceğinin belirlenmesini, sosyal güvenlik reformu ve vergi düzenlemelerinin Kongre’den geçirilmesi ve bazı Yüksek Mahkeme üyelerinin yenilenmesini de ekleyebiliriz.
[7] Colin Powell ve Richard Armitage istifa etmiştir. Donald Rumsfeld’in en azından bir süre daha görevini koruyacağı anlaşılmaktadır. Condoleezza Rice’ın Dışişleri Bakanlığı’na kaydırılması ile yardımcısı Stephen Hadley Ulusal Güvenlik Danışmanı olmuştur. Ayrıca CIA başkanlığına Cumhuriyetçi milletvekili Porter Goss getirilmiştir.
[8] Beşinci yıl özellikle iç politika açısından çok önemlidir. Halktan alınan yetkinin taze olduğu ikinci dönemlerin başının çok önemli olduğu, beşinci yıldan sonra içerideki gücünün azalmaya başladığı ve ağırlığın daha çok dış politikaya kaymaya başladığı belirtilmektedir. Başkanın Partisi altıncı yıldaki seçimlerde genelde kan kaybetmektedir. Robert E. Gilbert, “Second-term Blues”, Christian Science Monitor, 5 Aralık 2004.
[9] Bill Keller, “Reagan’s Son”, New York Times Magazine, 25 Ocak 2003.
[10] Charles Krauthammer, “Why Bush Has No Fear”, Time, 29 Kasım 2004.
[11] Ancak, Bush’un 2,9 oyluk farkı genelde beklenenden fazla olmakla beraber, bu, ikinci kez seçim kazanan diğer Başkanların yaptığı farktan oldukça az olmuştur: Son dönemde ikinci kez seçilen başkanlardan Clinton yüzde 8,5, Reagan yüzde 18, Nixon yüzde 23 fark atmıştı.
[12] Bu durum iç politika ile ilgili tercihler için de geçerlidir. Jim VandeHei ve Mike Allen, “A Domestic Policy in Sharp Focus - Bush Approach to Be More Disciplined and Aggressive”, Washington Post, 10 Aralık 2004.
[13] David Gergen, “The Power of One”, New York Times, 19 Kasım 2004.
[14] Edward Luttwak, başkanların ikinci dönemlerinde ilk dönemdeki bazı aşırı pozisyonlarından vazgeçerek “ortalamaya” yaklaştıklarına inanmaktadır. Edward Luttwak, “Governing Against Type, New York Times, 28 Kasım 2004. Bu durum için en çarpıcı örneğin Ronald Reagan olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi Reagan ikinci döneminde dış politikada radikal tutumundan vazgeçerek Gorbachev reformlarının yeşermesine fırsat vermişti. Başkan’ın üzerinde, babası, Brent Scowcroft ve James Baker gibi isimlerin etkisinin yavaş yavaş ama belki bir süre sonra net şekilde farkedilecek derecede artmasını bekleyenler bulunmaktadır. Ama daha güvenli tahmin, Bush’un ikinci dönemde en yakın olacağı üç danışmanının Karl Rove, Dick Cheney ve Condoleezza Rice olacağıdır. Bilindiği gibi Bush, 2000 seçimleri öncesi mülayim bir dış politika vadetmesine rağmen seçildikten sonra bunun tersi uygulamalar içinde olmuştur. Bazı gözlemciler şimdi de, beklenen sert politikaların aksine daha ılımlı politikalar izleneceğine inanmaktadır.
[15] Fareed Zakaria, “Writing Prose for a New Term”, Newsweek, 15 Kasım 2004.
[16] David Paul Kuhn, “GOP Moderates Could Rock The Boat”, CBS News, 9 Kasım 2004.
[17] Bush Yönetimi CIA, Dışişleri ve generallerin görevinin Başkan’ın politikalarını uygulamak ve desteklemek olduğuna inanmaktadır. Bu politikaya inanmayanların köstek olmak ve muhalefete malzeme üretmek yerine istifa etmeleri gerektiği belirtilmektedir. İkinci dönemde bürokrasi ile Bush Yönetimi arasındaki mücadele daha da şiddetlenebilir. CIA’deki kariyer bürokratları da esas görevlerinin karar alıcılara en doğru bildikleri şekilde hakikati sunmak olduğuna inanmaktadır. Seçim öncesinde CIA’in Başkan Bush’u zor durumda bırakmak amacıyla bazı bilgileri basına sızdırdığına inanan yeni CIA Yönetimi’nin kurum içinde disiplini sağlamak için özellikle operasyon biriminde ciddi bir temizlik yapması ve gözdağı vermek için “isyanın elebaşıları”nı görevden uzaklaştırması gündemdedir. Kurumu sağ kanattan eleştirenler, CIA’in risk almaktan kaçınan, yaratıcılığı körleşmiş, liberal eğilimli ve Bush karşıtı hantal bir bürokrasi haline geldiği ve kurumu “eski günlerine döndürmek” ve yeni tehditlerle başa çıkabilir hale getirmek için kökünden sarsmak gerektiğini ifade etmektedir. Bu grup, CIA’den yönetime ne yapması ya da ne yapmaması gerektiğini söylemesini değil; önemli konularda taze, faydalı ve gerekli istihbarat sağlamasını istemektedir. Onlara göre CIA bir icra kurumu değil destek birimidir. Çağrıldığında itiraz etmeden gelmeli, istenmediğinde de “gölge etmemelidir”. CIA bürokrasisi ise, istihbaratın siyasî otoriteye karşı belli bir bağımsızlığı olması gerektiğine inanmaktadır. Ayrıca başarısızlığın belli ölçüde istihbaratın doğasında olduğu, herşeyi bilmenin ve öngörmenin mümkün olmadığı belirtilmektedir. Kurumu savunanlar ise, CIA’in başarıları ve başarısızlıklarının doğru teşhis edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bunlara göre CIA beklenmeyen önemli bazı gelişmeleri öngörme konusunda başarısız olmuş olabilir. Kurum, Çin-Sovyet rekabetini, İran devrimini, Sovyetler’in Afganistan’ı işgalini, Sovyetler’in dağılma sürecini öngörememiştir. 90’ların başında Saddam’ın nükleer güç edinmeye ne denli yaklaştığını tespit edememiş, El Kaide tehdidini yeterince vurgulamamış, 11 Eylül’ü tahmin edememiş, Saddam’ın silahları konusunda yanılmıştır. Ama kurumun özellikle açık toplumlarda operasyonel anlamda başarılı olduğu düşünülmektedir. Kurumu savunanlar eksiklikler varsa da neşterin doğru yere vurulması ve sağlıklı organlara zarar verilmemesi gerektiğine inanmaktadır.
[18] Ron Süskind, “Without A Doubt”, New York Times Magazine, 17 Ekim 2004. Yeni muhafazakalara göre, realistler Amerikan gücünün başarabileceklerinin tam olarak farkında değillerdir. Onlara göre realistler, “tekerlekleri statükonun kumuna saplanmış”, yaratıcılıkları sınırlı, eski moda insanlardır. Yeni muhafazakârlar, dünyayı ve Amerikan pozisyonunu korumak değil, onu dönüştürmek istemektedir.
[19] Bakanlık, Powell için parlak kariyerinin daha az başarılı sayfalarından biri olarak görülebilir. Powell son tahlilde başarısız bir Dışişleri Bakanı olmuştur. Zaferleri hep yetersiz, kozmetik ya da geçti. Kendinden önceki Amerikan Dışişleri Bakanları’nın aksine yeterince seyahat etmemiştir. Belki de meydanı -Washington meydanını- tamamen şahinlere bırakmak istememiştir. Powell, siyasî iç güdüleri benzer olan Dışişleri personelinin sevgi ve saygısını kazanmış olmasına rağmen Başkan Bush ile gerekli kimyayı bir türlü sağlayamamıştır. Bush, Powell’a en fazla saygılı bir ilgisizlik göstermiştir. Bakanlığı döneminde Powell, şahinlere karşı iyi tutmayan bir fren olmuştur. Savaş öncesinde BM Güvenlik Konseyi’ne gitmek gibi son tahlilde tarihe küçük bir dipnot olarak geçecek bir-iki başarı dışında, Yönetim’in politikalarının genel istikameti konusunda akılda kalıcı hemen hiçbir başarı elde edememiştir. Bunun yerine Powell, uluslararası arenadaki prestiji ile sertlik yanlıları için bir tür kalkan vazifesi görmüştür. Powell Yönetim’in politikalarının önemli bir kısmına katılmasa bile bağlılığı ön planda tutmuş ve inanmadığı bu politikaları dünya kamuoyuna satma rolünü isteksizce kabullenmiştir. Irak savaşı öncesinde, BM’de yaptığı sunumda olduğu gibi şahinler onu kullanmışlardır. Avrupalılar, ona başlangıçta saygı ve sempati duymuş ama bir süre sonra aslında Powell’ın Bush Yönetimini temsil etmediğini anlamışlar ve saygıları bir tür acımaya dönüşmüştür. Powell seçim öncesinde istifa etseydi, belki seçimin sonucuna bile etki edebilirdi. Ama o hep, bir gün Bush’un kendisini dinleyeceği umudu ile yaşadı. Powell eğer Bush isteseydi görevde bir süre daha kalabilirdi. Powell diplomatları dinliyordu. Etkin bir yöneticilik tarzı vardı. İyi bir problem çözücüydü. Bush tarafından desteklenseydi çok başarılı olabilirdi. Bush Dışişlerine Powell’ın yerine onun kadar ılımlı birini getirmeyerek Yönetimin tek taraflılık katsayısını artırmıştır. Powell’ın, belki de önemli sayılabilecek tek başarısı Çin ile ilişkileri iyi götürmesiydi. Powell’ın üstün diplomatlığı olmasa idi 2001’deki casus uçağı krizi, ilişkide daha fazla hasar yaratabilirdi. Onun yokluğunda, bu ilişkide geçtiğimiz dört yıldan daha fazla sorun beklenebilir.
[20] David Broder, “Tight Little Cabinet”, Washington Post, 15 Aralık 2004.
[21] “Resign, Rumsfeld: Responsibility for Errors and Indiscipline Needs to be Taken at the Top”, The Economist, 6 Mayıs 2004.
[22] William Kristol, “The Secretay of Defense We Have” Washington Post, 15 Aralık 2004 ; Tom Donnely, “Secretary of Stubbornnes: Donald Rumsfeld's Idee Fixe Endangers Success in Iraq.”, Weekly Standard, 15 Eylül 2003.
[23] Richard W. Stevenson ve Thom Shanker, “President is Said to be Keeping Rumsfeld as Defense Secretary”, New York Times, 4 Aralık 2004.
[24] Greg Jaffe, “U.S. Army Rethinks its Future”, Wall Strret Journal, 8 Aralık 2004.
[25] Şanlı Bahadır Koç, “Askerî Alanda Devrim - Askerî Bir Senfoni”, Stratejik Analiz, Ocak 2004, ss.73-79; Greg Jaffe, “U.S. Army Rethinks Its Future”, Wall Street Journal, 8 Aralık 2004.
[26] Alan G. Whittaker, Frederick C. Smith ve Elizabeth McKune, The National Security Policy Process: The National Security Council and Interagency System, Eylül 2004.
[27] Glenn Kessler, “Rice's NSC Tenure Complicates New Post - Failure to Manage Agency Infighting Cited”, Washington Post, 16 Aralık 2004.
[28] Strobe Talbott, NPR, 28 Kasım 2004.
[29] Yasemin Çongar, “Rice ile Ne Değişecek? ”, Milliyet, 22 Aralık 2004.
[30] Brent Scowcroft röportajı, Council on Foreign Relations web sitesi, http://www.cfr.org 8 Aralık 2004.
[31] Michael Hirsh ve Eve Conant, “The World According to Condoleezza Rice”, Newsweek, 29 Kasım 2004.
[32] İyimserler, Rice’ın Dışişleri Bakanlığı’nın marjinalleşme ve demoralize olma sürecini durdurabileceğini ve kurumun tekrar kendine güvenir hale gelmesine katkı yapabileceğini düşünmektedir. Bunun karşılığında, Bakanlığın da dış politikaya yaklaşımını bir parça sağa yaklaştırabileceği hesaplanmaktadır.
[33] Newt Gingrich, “Rogue State Department”, Foreign Policy, Temmuz 2003, ss. 42-48.
[34] Yeni Muhafazakarların Yönetim içinde ve dışındaki dayanışmalarına siyaset biliminden bir bakış için bkz. Janine R. Wedel, “Flex Power - A Capital Way to Gain Clout, Inside and Out”, Washington Post, 12 Aralık 2004.
[35] Sonni Efron, “Washington-Watchers Seek Hint of Rice's Pick for Deputy”, Los Angeles Times, 12 Aralık 2004. Rice’ın yardımcısı olarak Yönetime katılmadan önce Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin başkanlığını yürüten Bolton’un dışında, NATO Büyükelçisi Nicholas Burns, Rice ile beraber bir kitap yazmış olan Philip Zelikow (Germany Unified and Europe Transformed: A Study in Statecraft, Cambridge: Harvard University Press, 1995), baba Bush döneminde Dışişlerinde üç numara olan Scowcroft’un başka bir talebesi Arnold Kanter ve daha önce aynı görevi yürütmüş eski Almanya elçisi Robert M. Kimmitt gibi isimler geçmektedir. Zelikow 2002’de yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesine önemli katkılar yapmıştı. James Mann, Rise of the Vulcans, New York: Viking, 2004, ss. 316-7, 331. Zelikow ayrıca 11 Eylül Komisyonu’nun da Yönetici Sekreterliği’ni yürüttü. Bolton’un bu göreve gelmesi önemli bir işaret olacaktır. Fred Kaplan, “The Bushie Who Could Spoil Condi's Dream Job”, Slate, 19 Kasım 2004. Bolton, Yönetim’in belki de en tek taraflı sesi olarak kabul edilebilir. Dışişleri’nde “Cheney’nin adamı” olarak görülen ve işinin “gözlemek, karşı çıkmak ve gerektiğinde kösteklemek” olduğu belirtilen John Bolton, özellikle K. Kore konusunda diplomasiye tamamen kapalı bir yaklaşım içinde olmuştur. Rice’ın bu yönde gelen baskılara direnerek kendi istediği, tanıdığı ve güvendiği birini seçmesi halinde “köklerine dönmesini” ve yeni muhafazakârlara karşı bir denge olmasını bekleyenler umutlanabilir.
[36] Jim Lobe, “Don't Count Out Realists Yet”, Inter Press Service, 19 Kasım 2004.
[37] Rice’ın Amerikan dış politikasının nasıl olması gerektiğine dair 2000 yılında yazdığı makale için bkz. “Promoting the National Interest”, Foreign Affairs, Ocak/Şubat 2000, ss. 45-62.
[38] Rice’a haksızlık etmemek için şu gerçeğe dikkat çekmekte fayda olabilir: Powell, Rumsfeld, Cheney ve yeni muhafazakarların arkasında önemli Washington destekçileri ve kadrolar vardır. Rice ise Başkan ile çok yakın olmasına rağmen arkasına benzer bir gücü alabilecek durumda ve yaradılışta değildi. Belki de Bush’a çok yakın olduğu için bu tür bağlantılar kurması zor olmuştur. Son sekiz yılını Stanford’da geçirdiği için böyle bir şansı olmamıştır.Washington’daki en önemli kişinin “kulağına” sahiptir. Ama Yönetim içinde ve dışında ittifaklar kurma konusunda başarılı olamamıştır. Buna rağmen, Bush’un seçim kampanyasına aktif olarak katılan Rice’ın 2006’da Cheney’nin yerine Başkan Yardımcısı ve 2008’de başkan adayı olabileceği şeklinde spekülasyonlar yapılmaktadır. Bilindiği gibi ABD’de siyahlar yüzde 90 oranında Demokratlar’a oy vermektedir. Bazıları, Rice’ın rengi, muhafazakârlığı ve kadın olarak erkeklerin hakim olduğu bir dünyada ayakta kalması gibi nedenlerle çekici bir aday haline gelebileceğini düşünmektedir.
[39] Beyaz Saray Web sitesi http://www.whitehouse.gov/news/releases/2003/08/20030807-1.html
[40] Glenn Kessler, “For New National Security Adviser, a Mixed Record”, Washington Post, 17 Kasım 2004.
[41] Dana Milbank, “President Outlines Foreign Policy”, Washington Post, 2 Aralık 2004.
[42] John Vincour, “Schröder is Rethinking German Role vs. U.S.”, International Herald Tribune, 7 Aralık 2004.
[43] “Changing the Guard”, The Economist, 18 Aralık 2004.
[44] Charles Krauthammer, “Why Only in Ukraine?”, Washington Post, 3 Aralık 2004; Zbigniew Brzezinski, “Imperial Russia, Vassal Ukraine”, Wall Street Journal, 1 Aralık 2004; Fareed Zakaria, “Tag-Teaming the Mullahs”, Newsweek, 6 Aralık 2004.
 
30 November 2004
 
2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri
Şanlı Bahadır Koç·

2004 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri için 2003’e oranla, görünürde nisbî bir iyileşmenin yaşandığı bir yıl olmuştur. Yapılan karşılıklı ziyaretler ve olumlu açıklamalar üzerine bazı gözlemciler 2003 yılında yaşanan buhran döneminin aşıldığını ve ilişkinin alışılmış rayına oturduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşe göre, ilişkinin temelleri güçlüdür ve başta 1 Mart olayı olmak üzere 2003’te yaşananlar bir tür “kaza” olarak görülmelidir. Ancak bu değerlendirme bir parça eksik, erken, fazla iyimser ve son tahlilde yanıltıcı, hatta tehlikeli olabilir. Henüz Türkiye ile ABD arasındaki güvenlik ilişkisinin yeni parametreleri netleşmiş ve ilişkideki temel sorunlar çözülmüş değildir. İki ülkenin içindeki trendler ile Irak ve İran’da yaşanabilecek gelişmeler dikkate alındığında, ilişkinin geleceği konusunda ihtiyatlı bir kötümserlik daha uygun olabilir. İlişki bir nekahet döneminden geçmektedir. Ama bu dönemin, ufuktaki krizlere karşı ortak bir yaklaşım geliştirmek için yeterince iyi değerlendirildiğini iddia etmek güçtür. Özellikle Irak’ın dağılma sürecine girmesi durumunda, Ankara’da Washington‘a karşı pratik sonuçları da olabilecek bir kandırılmışlık hissi oluşabilir. Bu yazıda Türkiye’nin AB üyeliği, Irak’ın geleceği ve İran’ın nükleer programı çerçevesinde Washington ile Ankara arasındaki ilişkilerin geçen yılı değerlendirilecektir. Ayrıca ikili ilişkilerde 2005 yılı içinde yaşanabilecek gelişmelerle ilgili tahmin ve önerilere de yer verilecektir.

Genel Değerlendirmeler

Türk-Amerikan ilişkilerinin 2005’teki seyrini etkileyecek unsurlar arasında öne çıkanlar şunlardır: 1) 17 Aralık’ta çıkacak AB kararının içeriği, 2) Irak’ta Ocak ayında yapılması öngörülen seçim sonrasında ülkede oluşacak düzenin “kalitesi”, 3) İran’ın nükleer programına karşı ABD ve İsrail’in askerî yöntemlere başvurma olasılığı. Bunlara Türk ekonomisinin sağlığı, Türk Hükümetinin istikrarı, Türkiye’de sivil-asker ilişkileri, Türk-İsrail ilişkilerinin daha da kötüleşmesi ihtimali, Türkiye’ye yönelik PKK ve El Kaide terörü gibi faktörler de eklenebilir. Son dönemde ilişkideki öngörülebilirliğin ortadan kalktığı dahi iddia edilebilir.[1] Bunun nedenleri şöyle yer almaktadır:

- 11 Eylül, Bush Yönetimi’nin geçmiş Amerikan politikalarından belli bir kopuşu ifade eden dış politikası[2]; Irak Savaşı’nın uluslar arası sistemde yarattığı tahribat; Transatlantik ilişkilerde yaşanan ve giderek uluslar arası politikanın kalıcı bir unsuru olacağını düşündürten kırılma.
- ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye askeri anlamdaki ihtiyacının tamamen değilse de ciddi ölçüde azalmış olması.
- Irak Savaşı öncesinde başarısızlığa uğrayan pazarlığın iki tarafta da “acı bir tat” bırakması.
- ABD’nin, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye ve Türkmenler arasındaki anlaşmazlıkta Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olmaması ve bu durumun Türkiye’de yarattığı ciddi hayal kırıklığı.
- ABD’nin Kızey Irak’taki PKK varlığına karşı anlamlı hiçbir önlem almaması,
- Türk kamuoyunda dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] ve bunun Türk hükümetinin politikalarını kısmen sınırlaması ve etkilemesi.
- Türkiye’nin sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” de olsa ilerleyecek AB üyeliği yolculuğu[4].
- Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik önceki dönemlere göre daha yüksek derecede şüpheler bulunması.
- Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığının azalma sürecine girmesi.
- Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin öneminin artması.
- Türk ekonomisinin IMF’ye olan bağımlılığının zayıflama ihtimali ve bunun Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabileceği beklentisi.

Yukarıdaki gelişme ve trendlerin tümü henüz geri çevrilemez değildir. Ancak bunların sürmesi ve kemikleşmesi halinde, ilişkinin alışılmış şekliyle devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. İlişkilerin eskisi kadar yakın olmasa da istikrarlı bir şekilde devam edebilmesi için,

- Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizmasının oluşturulması;
- Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması;
- İlişkinin ekonomik ve siyasî ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi gerekmektedir.

AB Perspektifi ve Türk Güvenlik Politikasında Güç Kullanımı

Türkiye’nin AB üyesi olma ihtimali son iki yılda artmış ve muğlak bir temenniden öte ciddi bir beklenti haline gelmiştir. Ancak sürecin kendi kendisini üreten bir doğası olsa da kabul etmek gerekir ki, üyelik hâlâ kesin değildir ve muhtemelen son ana kadar da olmayacaktır. Türkiye içerideki reformlarla elinden geleni yapsa bile “elinde olmayan teknik nedenlerle” ve “müttefikleri mücadeleyi kaybettiği”için” sonuç alamayabilir. Bunun tersini savunan ve AB üyeliğinin kesin olduğunu iddia edenlerin iyimserlikleri, serinkanlı bir analizden çok, bir tür imana dayanıyor olmalıdır. 17 Aralık AB Zirvesi’nden çıkacak kararın Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde önemli bir etkisi olacaktır.AB Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratacak, üyelik perspektifini zorlaştıracak, belirsizleştirecek ya da müzakereleri kabul edilemez kadar ileriye atacak bir karar alırsa, Türkiye’nin AB ve hatta belki de genel olarak Batı karşıtı bir döneme girmesinden endişe edilmektedir. AB üyeliği perspektifi Türk dış politikası için bazı fırsatlar ve sınırlamalar yaratmaktadır. AB Zirvesinden olumsuz bir karar çıkarsa üyelik perspektifinin Ankara’ya ABD ile ilişkilerde yarattığı ilave alan daralabilir. Üyelik perspektifi Türkiye’nin doğu ve güney komşularının gözünde belli bir çekicilik kazanmasına yardım edebilir. AB üyesi olma yolunda ilerleyen bir Türkiye daha dikkatle izlenecek ve itibar görecektir. Bu ülkeler, Türkiye ile iyi geçinmenin orta ve uzun vadeli çıkarlarının gereği olduğuna daha fazla inanacaklardır.

Ancak üyelik sürecinin, ekonomik konuların öneminin artması, yeni Türk elitinin güvenlik anlayışının eskiye göre daha farklı oluşu, piyasaların askerî krizlere karşı belli bir alerji geliştirmesi gibi başka bazı etkenlerle de birleşerek, Türk dış politikası için bazı sınırlamalar yarattığı da kabul edilmelidir. Ankara bu süreçte -ve bu eğilimler kemikleşirse üye olduktan sonra da- dış politika tercihlerini ABD’ninkinden AB üyelerinin eğilimine yaklaştırma ihtiyacı hissedebilecektir. Bunların en önemlisi, askerî güç faktörünün sağladığı avantajların güvenlik politikasının öncelikli bir unsuru olmaktan çıkmasıdır.

Bunun Türk güvenlik politikaları açısından önemli sonuç ve bedelleri olabilir. Türkiye, Soğuk Savaşın bitiminden ABD’nin Irak’ı işgaline kadarki dönemde askerî olarak Rusya dışındaki tüm komşularından daha güçlü idi. Belki bunun verdiği rahatlığın da etkisiyle güç kullanımı potansiyelini güvenlik politikasında önemli bir yere oturtmuştu. ABD’nin bölgeye gelmesi ve AB sürecinin ilerlemesi ile bu konuda bir değişiklik olabilir. Bu değişimin ilk başta ve en çarpıcı şekilde kendini göstereceği yer de Irak olacaktır. Washington, Türkiye’nin güç kullanımına daha mesafeli oluşundan ve Avrupa pratiğine yaklaşmasından genelde rahatsız olabilecekse de, bu değişimin Irak’a yansımasından ancak memnuniyet duyar. Çünkü AB üyelik perspektifi, Türkiye’nin Irak politikasını münhasıran milli çıkarlar doğrultusunda alacağı kararlarla yürütmesini ve ABD’nin tercih ve uygulamaları için
sorun yaratabilecek tutumlara yönelmesini frenleyecektir. Ankara’nın üzerine dikilecek bu “dar cekete” ne ölçüde razı olabileceğini zaman gösterecektir.

Bush, Türkiye ve AB

Bush’un seçimleri kazanması ile ABD ile AB arasındaki çatlağın derinleşme ve kalıcı hale gelme ihtimali artmıştır. Çok genel düzeyde, Bush’un kazanmasının Türkiye için dolaylı ve paradoksal bir sonucu, Ankara’nın AB üyelik şansının bir nebze artması olabilir. Zira, ABD-Avrupa rekabeti keskinleşirse AB’nin gözünde Türkiye’nin o hep söylenen jeopolitik önemi bu sefer gerçekten artacaktır. Türkiye’nin üyeliğinin getireceği zorluk, maliyet ve riskler ABD ile rekabete girmiş bir AB’ye daha katlanılabilir ve kabul edilebilir gelebilir. Belli bir ihtiyat payı bırakarak denebilir ki, Türkiye’nin AB üyelik süreci, güvenlik tercihlerinin yanında silah alımlarında da AB’ye belli bir kaymayı beraberinde getirecektir. AB ülkelerinin, AB adayı bir ülkeye resmî ya da gayrıresmi ambargo ya da kısıtlamalar koymaları ihtimali düşüktür. Bu durum ayrıca ABD’nin de Türkiye’ye silah satışlarında Kongre vasıtasıyla koyduğu bazı sınırlamaları gevşetici etki yapabilir[5]. Silah, teçhizat, eğitim, doktrin ve askerî kültür olarak Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne daha yakın olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, orta ve uzun vadede ve daha mütevazi boyutlarda olmak şartıyla, AB ordularıyla olan ilişkilerinin güçlenmesi ve silah alımlarında olduğu kadar kültürel olarak da AB orduları ile olan yakınlığının artması beklenebilir. Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin AB normlarına yaklaşması da bu sürece etki yapacak bir diğer faktördür. Bu süreç, Türkiye’nin AB üyeliğinin salt bir ihtimal olmaktan çıkıp kesinleşmesi ile hızlanabilir. Bu tür bir tespitte bulunmak, mutlaka ABD ve Avrupa arasındaki farkın abartılması ya da bu iki güç arasında Türkiye için amansız bir rekabet olduğu anlamına gelmemelidir. Bu iki gücün arasındaki ilişkilerin “artık eskisi gibi olması” ihtimali düşükse de, topyekün bir kopuşun yaşanması görünebilir bir gelecek için mümkün değildir.

Büyük meblağlar tutan silah ve yolcu uçağı gibi stratejik dış alımlarda Türkiye’nin tercihlerini kısmen ve yavaş yavaş AB ülkelerine kullanabileceğinin ortaya çıkması Washington’un tahmin ettiği ve kabulleneceği bir şey olabilir. Ama memnun olduğu bir gelişme olmaz. Washington, şimdiye kadar Türkiye’nin AB üyeliğinin “iyi bir şey” olduğu yönündeki söyleminde ısrar etmiştir. Kısa-orta dönemde bu yaklaşım değişmeyecektir. Ancak uygulamada ince ayarlara ihtiyaç duyup duymayacağını zaman içinde göreceğiz.

Irak

ABD-Türkiye ilişkilerinde en keskin farklılıkların ortaya çıktığı 2004 yılı içinde de Irak politikaları olmuştur. İki ülkenin kamuoyuna açıkladıkları Irak tasavvurları (demokratik, bütün, barışçı, müreffeh) arasında genel bir benzerlik vardır. Ancak iş ayrıntılara, önceliklere, araçlara ve uygulamaya geldiğinde önemli farklılıklar göze çarpmaktadır. Türkiye’nin ABD’nin Irak politikası ile ilgili eleştirileri[6] kabaca ikiye ayrılabilir: Türkiye’yi doğrudan ilgilendirenler ve dolaylı olarak Ankara’nın çıkar ve hassasiyetlerine uymayanlar. İlk grupta Kuzey Iraklı Kürtlere tanınan hak ve ayrıcalıklar, Kerkük’ün demografik yapısının değiştirilmesine ABD’nin seyirci kalınması, Türkmenlerin hâlâ sayılarının gerektirdiği ölçüde muhatap kabul edilmemeleri, PKK’nın Irak’ta hemen hiçbir kısıtlama ve zorlamaya uğramadan faaliyetlerine devam etmesi[7] sayılabilir. İkinci grupta ise, işgale karşı koyan direnişçilere ve bunun yanında sivil halka karşı uygulanan yöntemler ve yapılan muameleler vardır. Türkiye, Sünnîlerin siyasî sürece bir şekilde dahil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ankara’ya göre diplomatik alanda Irak’ın komşularının ABD’den gelecek bazı olumlu jestler ve açıklamalara ihtiyacı vardır. ABD bu yolla Irak’ın bazı komşularının siyasi süreci torpilleyecek yaklaşımlardan uzak durmasını sağlayabilir. Ankara başta ihaleler, petrol gelirleri ve dış borçlar olmak üzere ekonomik konularda tam şeffaflık sağlanması gerektiğine de işaret etmektedir. Ayrıca Irak’ta uzun dönemli askerî üsler kurulmayacağının ve ülkenin toprak bütünlüğüne saygılı olunacağının ve hatta bunun garantörü olunacağının açıklanmasının isabetli olacağı düşünülmektedir.

Türkiye’nin Irak’taki Amerikan işgali ile ilgili hassasiyet, rahatsızlık, öneri ve uyarılarının dikkate alındığını düşündürten çok az örnek vardır. Denebilir ki, Washington bunları ancak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Telafer ile ilgili uyarısında olduğu gibi sert ve doğrudan olduğu zaman dikkate almaktadır. Telafer olayı bu rahatsızlıkların bir çoğundan unsurlar taşıyan önemli bir örnektir. Telafer ile ilgili olarak ABD’ye dört temel eleştiride bulunulabilir: 1) Operasyonun kabul edilemez düzeydeki insanî boyutu. 2) Bu tür kontrolsüz güç kullanımının Irak’ta Amerika’nın uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve şiddetin daha çok şiddet doğuracağı gerçeği. 3) Washington’un Irak’ta Türkmenlerin çıkarlarına saygı göstermediği, bu operasyonun Türkmenleri sindirmek ve Kürtlere yeni alanlar açmak amacıyla yapılmış olduğu endişesi. 4) Belki daha teknik ve ayrıntı gibi gözükse de, operasyonun dayandığı istihbaratın cılız ve sağlıksız olması.[8] Burada önemli olan, Türkiye’ye bu operasyondan “uçaklar havalandıktan sonra” haberdar edilmiştir. Burada bir danışmadan çok bir tebliğ söz konusudur ve bu tebliğin düzeyi, zamanlaması ve tonu, ilişkinin geldiği noktayı başka bir çok şeyden daha iyi anlatmaktadır.

Bu tutum Türk basınında ABD’nin “gizli-kötü niyetleri” hakkında ciddi yorumcular tarafından[9] aşağıdaki spekülasyonların yapılmasına yol açmıştır. Buna göre ABD’nin giriştiği harekat diğer askeri nedenlerin yanında;

1) Türkiye’nin ikinci gümrük kapısını açma girişimini engellemeye ya da zorlaştırmaya yönelik bir adım olabilir,
2) Kerkük’te uygulanan ve muhtemelen hızlandırılması planlanan salam politikasının bir provası olabilir,
3) Türkmenleri sindirmeye ve Türkiye’nin Irak’ın içindeki gelişmelere etkileyemediğini göstermeyi amaçlamış olabilir,
4) Ankara’ya, Kürtlerin bağımsızlık ilanı ve/veya Kerkük’te demografik yapıyı değiştirmesi konularında müdahaleyi aklından bile geçirmemesi mesajları vermek olabilir. Son dönemde PKK terörünün tırmanması da bu listeye eklenebilir. Ankara’da yaygın olan bir kanaate göre, Kürt-Amerikan ve hatta belki de İsrail tarafının Türkiye’yi Irak’a müdahale edemez hale getirmeye çalıştıkları iddiası şimdilik spekülasyon gibi görünse de tümüyle temelsiz sayılamaz.

Telafer türü olayların önüne geçmek için iki ülke arasında üst düzeyde danışmalar yapılması gerekliliği Washington’a anlatılmalıdır. Tel Afer’deki askerî harekât sadece Türkmenlerin yaşadığı şehirde gerçekleşmiş ve 100 bin – 100 bin!- kişinin şehri terk etmesine neden olmuştur. Ankara’yı doğrudan ilgilendirdiği açık olan böyle bir harekâtın yapılmadan önce haber vermenin ötesinde üst düzey danışmalar yapılmış olmalıydı. Aksi takdirde hâlâ telaffuz edilen “stratejik ortaklık” gibi kavramlar yanlış olmanın ötesinde acıklı bir içerik kazanabilirler. Yapılan üst düzey ziyaretler Türk-Amerikan ilişkilerini belki “yoğun bakım”dan çıkarmıştır ama tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “kırmızı çizgilerin” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması, Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Tel Afer olayı, son iki yılda Türk tarafının incindiği yukarıdaki olaylar listesine yeni bir halka olarak eklenmiştir.

ABD, Ankara’nın Irak’taki Türkmenlerin hamisi rolünü oynamaya çalışmasından memnun değildir ve bunu Türkiye’nin girişimlerine belli bir ilgisizlik göstererek hissettirmektedir. Ankara, Irak’ta kaos ortamının derinleşmesi halinde Iraklı Kürtlerin bağımsızlık düğmesine basabileceklerinden endişelenmektedir[10]. Bu durumda Türk Hükümeti müdahale yönünde ağır bir kamuoyu baskısı altına girecektir. Hükümetin alacağı karar ne olursa olsun en ağır hasarı Türk-Amerikan ilişkilerinin göreceği kesindir. Bölgede Türkiye’yi hiçe sayan karar ve uygulamaların istisnasız herkese ağır zararlar verebileceğini ABD’nin iş işten geçmeden kavraması tüm Batı dünyasının çıkarınadır.

Irak’taki ABD ÜsleriABD Irak’ta, beş ya da on sene sonra istihbarat amaçlı veya sembolik olanın ötesinde bir askerî güce ve üs yapısına[11] sahip olacak mı? Washington yeni kuvvet planlarının genel olarak öngördüğü gibi, barış zamanında silah ve teçhizatın depolandığı ve az sayıda askerin bulunduğu ama kriz anında hızla çok büyük askerî bir gücü kabul edebilecek türden üsleri Irak’a yerleştirebilecek mi?[12] Bu konu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Konuyla ilgili olarak geniş fırça darbeleri ile spekülasyon yapmak gerekirse, Irak’ta bu tür bir varlığın bulunması ABD’nin Türkiye’den, başta İncirlik olmak üzere askerî üslerle ilgili talebini azaltabilir. Türkiye yaklaşık son elli yıldır benzer bir gelişmenin ABD’nin gözünde öneminin azalması sonucunu getireceğinden endişelenmiştir. Ama artık belki de bu endişeden sıyrılmak, Washington’un gözünde önemli olmanın mahzurlarının ve bedellerinin farkında olmak ve ABD için önemli olmayı bir saplantı haline getirmekten çıkarmak gerekmektedir. Veya en azından önemli olmanın tek ve en esaslı şartının süpergüce üs vermek olmadığını görmek zorundayız. Bunu söyledikten sonra şu da itiraf edilmelidir ki, ABD özellikle Kuzey Irak’ta uzun dönemli bir üs yapısı kurabilirse, bu durum bölge ile ilgili siyasî tercihlerinde Kürtler lehine ağırlığını artan biçimde koymasını getirebilir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Colin Powell ile önemi kriz anlarında ortaya çıkan samimi bir kişisel ilişki geliştirmişti. Powell’ın itidalli yaklaşımı Irak’ın bölünmesinin önünde önemli bir engel olarak görülebilirdi. Şimdi General gittiğine göre, bu senaryosunun gerçekleşmesi nazari olarak daha kolaylaşmıştır denebilir.

ABD, İran ve Türkiye
İran'ın nükleer programı önümüzdeki dönemin en önemli konusu olmaya adaydır. Türkiye’nin bu konunun diplomatik, stratejik ve teknik yönünü çok yakından takip etmesi gerekir. Bu programı askerî önlemlerle durdurma girişiminin bir parçası olması için Türkiye'nin kapısı çalınabilir. Eğer İran’ın nükleer programı diplomatik yollarla kontrol edilemezse, zaten risk almaktan kaçınmayan bir kişiliği olan Bush, radikal seçeneklere yönelebilir. Askeri bir operasyonun düzenlenmesi, giderek fantezi olmaktan çıkıp bir ihtimale, sonra da kesinliğe doğru yol alabilir.

İran'ın nükleer güç olması halinde Türkiye’nin Rusya’dan sonra bu defa “orta boy” bir nükleer komşu ile yaşamayı öğrenmesi gerekecektir[13]. İran'ın nükleer güce sahip olması Orta Doğu'daki dengelerde önemli olacağı kesin ama şekli belli olmayan etkiler yaratacaktır. Türkiye bu durumda ne yapabilir? Hava kuvvetlerini daha da güçlendirme yolu ile İran'a karşı bir caydırıcılık sağlamanın yeterli olacağını iddia edenler bulunmaktadır. Bu yol, kısmi bir caydırıcı etki yaratsa da, nükleer güce ulaşması İran’ın üçüncü tarafların -özellikle Güney ve Doğu komşularımızın- gözündeki İran'ın etkinlik ve itibarının Türkiye'nin önüne geçirebilecektir.

Önümüzdeki dönemde Washington’dan Türkiye’ye aşağıdaki yönde telkin ve baskıların gelmesi beklenebilir: 1) İran’ın nükleer programı karşısında daha net, eleştirel ve hatta suçlayıcı bir pozisyon al. 2) İran’ın nükleer güç sahibi olması Türkiye’nin güvenliğine yönelik de ciddi bir tehdit yaratacaktır. Hatta, 3) eğer bu konuda kendisine yeterince yardım etmezsen İran’a karşı Amerikan güvenlik şemsiyesine bel bağlama. İran konusunda Türkiye’ye ortak askerî harekât, hava üsleri ya da en azında hava sahasını açması yönünde talepler gelebilir. ABD ve İsrail’in İran’a karşı bir hava harekâtı düzenlemek için başka alternatifleri yok değildir. Ancak İran, Osirak örneğinden ders alarak nükleer programını coğrafî planda dağıttığı, yerin altına ve yerleşim merkezlerine gizlediği, hava savunması Irak’a göre daha güçlü olduğu için Türk hava sahası ve üslerinin kullanılmasını isteyebilirler.

Washington ayrıca silahlı müdahale ya da en azından inandırıcı bir müdahale tehdidi olmazsa İran’ın nükleer silah sahibi olmasının engellenemeyeceğini iddia edebilir. ABD ve İsrail “tuzu kuru” Avrupalılardan farklı olarak Türkiye’nin İran’ın yanı başında olduğunu ve aynı Avrupalıların nükleer bir İran’la komşu olan Türkiye’yi aralarına almak için ilave bir endişeye kapılacaklarını iddia edebilir[14]. Türkiye bu konuda zor bir kararla karşı karşıya gelebilir. Türkiye ile ABD’nin Irak’tan sonra İran konusunda da ters düşmeleri “stratejik ortak” kavramının telaffuz edilmesini zorlaştıracaktır.

Diğer Konular

İlişkinin seyrini ilgilendiren diğer konulara kısaca değinmek gerekirse:

- 2004 Türkiye’nin,ABD’nin Büyük Orta Doğu projesinin vitrininde yer aldığı bir
yıl olmuştur. Ancak Ankara’nın projenin “mutfağında” da yer alması ve bazen belki
de baş ahçının hoşuna gitmeyebilecek önerilerde bulunabilmesi de gerekir.
- İncirlik ve Konya-Karaman üslerinden daha fazla yararlanmak isteyen ABD’nin bu konuda Ankara’ya 2005 yılında daha fazla baskı uygulaması beklenebilir. Washington’un bu konuda "Türklerle eninde sonunda anlaşmayı" umduğu belirtilmektedir[15].
- Füze savunması konusu 11 Eylül’den sonra dünya gündeminden düşmüştü. Ama Pentagon denemeler yapmaya devam etmektedir. Önümüzdeki yıl içinde bu konunun tekrar tartışılmaya başlanması ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerin bu projeye katılmaya davet edilmesi beklenebilir.
- NATO zirvesi tüm kamu diplomasisi atağına rağmen son tahlilde kaçırılmış bir fırsat olarak görülebilir. Türkiye’nin, kendi tercihlerini zirve gündemine ve kararlara yansıtmada daha atak olması ve salt bir ev sahibi olmanın ötesinde zirveyi entelektüel anlamda sahiplenmesi daha doğru olabilirdi.
- 2004’te Kıbrıs Türk dış politikasında önemli bir yer tutmuştur. Türk Hükümeti’nin bu dönemdeki olumlu ve esnek tutumundan sonra ABD’nin Ankara’ya artık Kıbrıs konusunda ciddi bir baskı yapmaması gerektiği düşünülmektedir.. Ancak Washington’un önümüzdeki yıl Ankara’ya Güney Kıbrıs’ın tanınması konusunda sıkıştıracağı endişesi vardır.

Sonuç

Türkiye belki de son elli yılın en güçlü, aktif ve pervasız Amerikan yönetimi ile karşı karşıyadır. ABD dünyanın tek süper gücüdür ve Türkiye’nin güvenliği ve refahını ilgilendiren bir çok konuda belirleyici konumdadır. Türkiye’nin içinde, çevresinde ve AB ile arasında yaşanan gelişmeler ABD ile ilişkilerin seyrini etkileyecek ve onu son elli yıllık alışkanlıkların dışına itebilecektir. Ama görünebilir bir gelecek için Ankara’nın en dikkatli izleyeceği başkent Washington olmaya devam edecektir. İlişkinin dinamizmini koruması ve yeni koşullara ayak uydurması için, 1) yeni kavram, argüman, teknikler üretmek, 2) doğru diyalog kanallarını seçmek ve 3) geçmiş deneyimleri eleştirel ve çok boyutlu bir analize tâbî tutmak gerekir. Amerika ile konuşmanın ve onunla “anlaşmanın” optimal yollarını bulmak diğer her ülke gibi Türk dış politikasının da en önemli konularından biri olacaktır. Ankara’nın Washington’a sesini daha etkili duyurması, “canının yandığı” zamanlarda bunu hızlı ve doğru şekillerde hissettirmesi, buna karşılık atabileceği karşı adımlar olduğunu göstermesi, kamuoyunu arkasına alması ama aynı zamanda onun esiri olmaması, ortak çalışma ve çıkar alanları konusunda “kelime hazinesini” geliştirmesi gerekir. Türkiye ile Washington bazı konularda farklı çıkar, bakış açısı ve önceliklere sahip olabilir. Ama salt iletişim eksikliği ve karşıdakini anlamaya yeterince çaba harcamama sonucunda meydana gelen kaza ve krizlere iki tarafın da tahammülü olmaması gerekir. Washington’a hangi konuda ne zaman ve nasıl şikayet yapılacağı“sanatını” öğrenmemiz gerekmektedir. Washington ile “iş yaparken” değişik kanalları, ısrarlı bir şekilde, doğru teknik ve zamanlama ile kullanmayı bilmek önemlidir. Ankara ayrıca Washington’da kendisine Amerikan devlet kurumları, Kongre, çıkar grupları, medya ve think-tank camiasından “yerel müttefikler” bulmak için kamu diplomasisi alanında kapsamlı, metotlu ve sabırlı bir çalışma içinde olmalıdır.










· ASAM, Amerika Masası, araştırmacı. e-posta: sbkoc@avsam.org
[1] Soner Çağaptay, “Where Goes the U.S.-Turkish Relationship?” Middle East Quarterly, Güz 2004, ss. 43-52; Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Bahar 2004, Cilt 10, No: 1, ss. 5-29.
[2] Tersi bir göüş için bkz. John Lewis Gaddis, “A Grand Strategy of Transformation”, Foreign Policy, Kasım/Aralık 2002.
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, Eylül 2004, ss. 20-24.
[4] Orta ve uzun vadede sükut-u hayalle sonuçlanma ihtimali de yok değildir. Ama yine de Türkiye dış politikası belki yavaş ama hissedilebilir bir şekilde “AB ortalamasına” doğru meyledebilecektir.
[5] Bu arada ABD hükümeti Türkiye’nin F-16 savaş uçaklarını modernize etme talebini Kongreye bildirmiştir. Türkiye modernizasyon işlemleri için 3,9 milyar Dolarlık bir paketi harekete geçireceğini ABD hükümetine iletmiştir. İşin ilginç yanı bu gelişmelerin savunma harcamalarında ekonomik ve stratejik nedenlerle indirime gideceği bir dönemde yaşanacak olmasıdır. Türkiye’ye silah satmaya istekli ülkelerin artması elbette olumlu bir gelişmedir ancak AB ülkelerinin şansı ilk etapta daha çok, küçük bütçeli programlarda artabilir.
[6] Murat Yetkin, “Gül: Irak halkına işgalin biteceği söylenmeli”, Radikal, 23 Kasım 2004.
[7] PKK konusunda Türkiye’nin ABD’nin önüne koyması gereken öneriler için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, İlkbahar 2004, Cilt 10, No 1, ss. 18-20.
Michael Rubin, ABD’nin PKK’ya karşı harekete geçmemiş olmasını yanlış ve “utanç verici”bulmaktadır. Michael Rubin, “The PKK Factor”, National Review, 5 Ağustos 2004. Rubin PKK’nın varlığı ve eylemlerinden K. Irak’lı Kürt halkının da rahatsız olduğunu, ABD’nin Irak’ta yetkiyi devretmiş olmasına rağmen bu konuda hala sorumlu sayılabileceğini, PKK konusunda bir şey yapmamanın Bush’un ve ABD’nin terörle mücadele konusundaki inandırıcılığına ve 50 yıllık müttefik Türkiye ile ilişkilere zarar verdiğini belirtmektedir. Rubin’e göre bazı ABD’li diplomatlarla Merkez Komutanlığı’ndaki bazı komutanlar bu durumun ciddiyetinin farkında değillerdir. Yazar bu komutanların Türkiye’ye karşı bazı önyargıları olduğunu düşünmektedir. Rubin, Türkiye’nin İran’ın PKK ile mücadele konusunda verdiği sözleri, ABD’nin bu konudaki pasifliği ile karşılaştırdığına dikkat çekmektedir. Rubin ayrıca Süleymaniye olayının Türkiye’de ciddi bir iz bıraktığını, Pentagon istihbaratının PKK’nın bölgedeki yerini bilmediği iddiasının inandırıcı olmadığını, geçtiğimiz Bahar aylarında ulusal güvenlikten sorumlu diğer kurumların bilgisi dışında bölgedeki 101. Hava İndirme Birliği ile PKK arasında yapıldığı iddia edilen görüşmenin terörist örgüte bir çeşit meşruiyet verdiğini, K. Irak’lı Kürtlerin 90’lı yıllarda oynadığı rol ve çevik kuvvete ev sahipliği yapması nedeniyle Türkiye’ye karşı müteşekkir olmaları gerektiğini ve ABD kuvvetlerinin bölgede küçük birimler halinde de olsa bulunmasının, PKK’nın bu bölgede rahat hareket etmesini önleyeceğini belirtmektedir.
[8] Stevie Fainaru, “Masked Informer Leads U.S. Search For Insurgents”, Washington Post, 15 Eylül 2004.
[9] Taha Akyol, “'ABD kuşku yaratıyor'”, Milliyet, 15 Eylül 2004; Fikret Bila, “Gül: Kayıtsız Kalamayız”, Milliyet, 15 Eylül 2004.
[10] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, Nisan 2004, Cilt 4, No.48, ss. 53-59.
[11] David R. Francis, “US Bases in Iraq: Sticky Politics, Hard Math”, Christian Science Monitor, 30 Eylül 2004.
[12] ABD’nin Irak’ta barış zamanında 50 bin kişilik bir kuvvet bulundurmasının yıllık giderinin yedi milyar Dolar gibi ABD için kabul edilebilir bir askeri maliyeti olduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca, kesin verilmiş bir karar olmasa da mevcut yaklaşık 140 bin kişilik gücün en azından 2007’ye kadar kalacağı düşünülmektedir.
[13] Ian Lesser, ”Turkey, Iran and Nuclear Risks”, NPEC sitesi, http://www.npec-web.org/projects/Iran/Lesser.pdf, 2004.
[14] Ian Lesser, s. 16.
[15] Yasemin Çongar, “ABD'nin Yeni Kuvvet Dağılımı”, Milliyet, 23 Ağustos 2004.




********


Avrasya Dosyası – Bahar 2004
11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: Eski Dostlar mı Eskimeyen Dostlar mı?
Şanlı Bahadır Koç, ASAM ABD Masası, Araştırmacı. e-posta: ajp1914@yahoo.com

Before the Iraq War problems in Turkish-American relations were used to be underestimated. Relationship is still in a process of redefinition. Iraq war laid bare the old imbalances and inconsistences in the relationship and created some new ones. In some cases the interests of the two parties are no longer harmonious let alone identical. Still, there are huge areas where the two should and could work together. But this requires a more honest approach, more modest expectations and better mechanisms for consultations. Washington should learn to live with a more democratic Turkey and Ankara should no longer count on an American safety net. Turkey’s importance may or may not decrease in the American scheme of things but it will definitely change shape. A grand bargain on which the relationship will be based may be possible after the situation in Iraq becomes more clear. American preferences regarding Northern Iraq, the health of Turkish economy and the course of Turkey’s European journey will be the other important factors. A less close but perhaps more healthy relationship is possible.

Giriş

Türk-Amerikan ilişkileri üzerine yorumlar yapılırken müttefik, stratejik müttefik, stratejik ortak, küçük ortak, taşeron, rakip ve hatta düşman ve tehdit gibi kavram ve ifadeler sık sık içi tam doldurulmadan kullanılmaktadır. 11 Eylül’ün harekete geçirdiği dinamikler bütün dünyada olduğu gibi Orta Doğu’da da birçok kavramı değiştirmiş, eskitmiş ya da zaten daha önceden başladığı halde tamamlanmamış ya da gözden kaçmış bazı süreçleri artık gözardı edilemez derecede ortaya çıkarmıştır[1]. Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan değişim de bunlardan biridir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “kırmızı çizgilerin” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması ve Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Sonradan yaşanan üst düzey ziyaretler ilişkiyi yoğun bakımdan çıkardıysa da tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. İlişkideki yaşanan değişimin konjonktürel olmanın ötesinde olduğu söylenebilir ama yapısal boyuta varıp varmadığını ilan etmek için bir parça erken olabilir. Bu yazı en genel haliyle Türk-Amerikan ilişkilerinin son dönemde yaşadığı iniş çıkışları tahlil etmeye çalışacak ve yakın gelecekle ilgili bazı tahmin ve önerilere yer verecektir. Yazıda ilişkinin asimetrik doğası irdelenirken, Türkiye’nin AB süreci, K Irak ve PKK meselesi, İncirlik’in potansiyel yeni statüsü, Türk iç siyaseti, Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye’nin yeri ve Türk-İsrail ilişkileri gibi konulara öncelik verilecektir.

18. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Samuel Johnson’ın dediği gibi “dostlarla ilişkileri sürekli tamir altında tutmalıdır.” Aksi takdirde en sıkı dostluklarda bile sonra düzeltilmesi çok zor olabilecek anlaşmazlıklar ve hatta kavgalar çıkabilir. Bugün ortaya çıkan durum göstermektedir ki Irak harekâtına giden dönemde iki taraf da “uzun süredir evli” çiftler gibi birbirleriyle olan ilişkilerinin ilelebet gideceğini düşünmüşler ve “için için kaynayan” ve biriken problemleri ve güvensizlikleri aşmak için ciddi anlamda “beraber ve solo” bir çalışma içine girmemişlerdir. Bugün Türk-Amerikan ilişkilerinin düzelmesi için ciddi bir zihinsel çalışma yapılması gerektiği doğrudur. Ancak ilişkinin hangi temeller üzerine oturtulacağı aslında büyük ölçüde Irak’taki durum açıklığa kavuştuktan sonra belli olacaktır. Bu olmadan ortaya çıkan durumlar kırılgan, geçici, eksik ve dolayısıyla üzerine uzun dönemli politikalar ve bir “büyük anlaşma” (grand bargain) inşâ edilemeyecek şekilde olacaktır. Irak’taki durum belli bir netlik kazandıktan sonra iki taraf da birbirine olan ihtiyacını, karşı taraftan istediklerini ve buna karşı verebileceklerini ve veremeyeceklerini, Irak krizinden önce olana göre çok daha net şekilde ortaya koymalıdır.

İlişkinin Geleceği Üzerine Spekülasyonlar

Bir görüşe göre Türkiye, Irak konusunda Washington ile daha uyumlu bir politika izleseydi de Türk-Amerikan ilişkileri artık ne eskisi gibi, ne de bir çoklarının mevcut durumda olduğunu zannettikleri kadar yakın, sıcak ve derin olmayacaktı. Türk-Amerikan ilişkileri elbette tamamen sona ermeyecektir ama önemli bir ölçüde değişimden geçmektedir. Bunun yapısal ve konjonktürel nedenleri şunlar olabilir: 1) Tersi değerlendirmelere rağmen ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye olan ihtiyacı tamamen değilse de ciddi ölçüde azalacaktır. 2) Irak pazarlığı Amerikalıların “ağzında acı bir tat” bırakmıştır. 3) ABD, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye arasındaki anlaşmazlık ve hatta çatışmalarda muhtemelen Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olamayacak ve bu durum Türkiye’de ciddi hayal kırıklığına neden olacaktır[2]. 4) Türk kamuoyunda genel dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] Türk hükümetlerinin politikalarını önemli ölçüde sınırlayacak ve etkileyecektir. 5) Türkiye’nin AB üyeliği yolculuğu sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” bir süreç olsa ve orta ve uzun vadede sukut-u hayalle sonuçlanma ihtimali olsa da, Türkiye dış politikasında belki yavaş ama net bir şekilde AB’ye doğru meyledebilecektir. 6) Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik daha önceki dönemlerden daha yüksek derecede şüpheler bulunmaktadır. 7) Önümüzdeki dönemde Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığı azalabilecektir. 8) Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin önemi artacaktır. 9) Orta vadede Türk ekonomisinin IMF ile bağı zayıflayabilecek bu da Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabilecektir.

Yukarıdaki trendlerin bazıları henüz embriyonik seviyededir. Bazılarının önüne geçmek mümkün değildir. Bazıları ise Türkiye için zaten “hayırlı” gelişmelerdir. Ancak yukarıdaki faktörler ve gelişmeler kendi haline bırakılırsa ilişkinin alışılmış halinin devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. Ancak ilişkinin şekil değiştirmesinin aksine zayıflaması ve bozulması bir kader olarak da görülmemelidir. İlişkinin kurtarılması ve gelecekte karşılaşabileceği komplikasyonların önüne geçmek ya da bunları azaltmak için ciddi ve bilinçli bazı adımlar atılması gerekmektedir. Bu adımlar en genel anlamıyla şunlar olabilir: 1) Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizması teşkil edilmesi. 2) Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması. 3) İlişkinin ekonomik ve siyas? ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi.

Amerika’nın Türkiye Fotoğrafı Amerikan dış politikasının belirlenmesi, hemen her zaman, değişik dünya görüşü, fikir, model, çıkar, kurumsal ve kişisel bakış açılarının çatışmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu durum bir ölçüde Türkiye politikası için de geçerlidir. Tek bir Amerika ve Washington olmadığı gibi, ABD’den Türkiye’ye yönelik tek ve uyumlu bir politika da olmayabilir. Değişik devlet kurumları, etnik ve ekonomik çıkar grupları Türkiye’ye yönelik politikayı kendi çıkar ve tercihlerine doğru “ucundan çekiştirmişler” ve ortaya çıkan sonuç bazen tüm bu grupların istediğinden farklı olabilmiştir. Bütün bunları söyledikten sonra, her ne kadar yekpare olmasa da, Amerika’nın Türkiye’ye bakınca gördüğü resmin şöyle olduğu iddia edilebilir: Önemli sayılabilecek ve gelişme potansiyeli olan bir pazar; çıkarlarını genelde ABD ile uyumlaştırmaya yatkın stratejik bir bakış ve Amerika’nınkine benzer bir stratejik kültür; diğer Müslüman ülkelerin de örnek almasından mutlu olabileceği demokrat Müslüman bir model[4]; Amerikan silahlarına ilgili ve önemli ölçüde bağımlı bir ordu; Amerika’ya önemli ölçüde sempati besleyen ve son dönemde bir parça azalmakla beraber değişik derecelerde olsa da kendi çıkarları ile Washington’unki arasında önemli paralellikler gören siyas?, asker?, ekonomik elitler; ciddi şekilde penetre edilmiş bir medya; Amerika’nın çok önem verdiği (Orta Doğu), geçtiğimiz on yılda ilgisini adım adım arttırdığı (Kafkaslar) ve belki çok istemeden de olsa aktif olduğu (Balkanlar) bölgelerin göbeğindeki bir coğrafî konum ve özellikle 1990’larda Orta Doğu’ya askerî güç projekte etmede önemli işlevler gören İncirlik üssü; kırılgan, manipülasyona açık ve Amerikan finans kurumlarının belli oranda aktif olduğu bir finans piyasası ve yakın zamana kadar komşuları, AB ve diğer Müslüman devletlerle yaşadığı problemler ya da kuramadığı doyurucu ilişkiler nedeniyle Washington’la yakın olması gerektiğini düşünen ve İsrail ile geliştirdiği sıkı askerî işbirliği nedeni ile “özel ilgi” gösterilmesi gereken ve kaybedilmesine tahammül edilemeyecek bir ülke.Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının genel ve özelde çakıştığı noktalar olmakla beraber tarafların bu ortak çıkar ve amaçlara ulaşmada tercih ettikleri araçlar arasında giderek arttığı gözlenen farklılıklar bulunmaktadır. Çıkarlarda belli ortak yönler olsa bile öncelikler, hassasiyetler, tarzlar ve enstrümanlar arasındaki bu farklılıklar kısmen de olsa tartışarak ve müzakere ederek aşılabilir. Çıkarların farklı olduğu ya da açıkça çatıştığı konuların da şimdiye kadar olduğundan daha açık yüreklilikle itiraf edilmesi gerekir. Ankara’nın Washington ile çok yakın bir elli yıl geçirdikten sonra, tam da en güçlü, tehlikeli ve pervasız olduğu bir dönemde ABD ile bazı önemli konularda farklı çıkar ve tercihlere sahip olduğunu farketmesinin ne sonuçlar verebileceğini şimdiden tahmin etmek güç görünmektedir. Önümüzdeki dönemde bu ülkenin dış politikasının genel yönü tartışılırken üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sorulardan biri şu olacaktır: Türkiye, ne ABD ne de AB’nin yörüngesine girmeden, ama bu güçlerden ve “dünyadan” da uzaklaşmadan, stratejik anlamda “kendi ayakları üzerinde” durabilir mi? Yoksa bu bir hayal midir ve “üçüncü dünyanın” ve Orta Doğu’nun bir kere içine girildi mi kurtulunması imkânsız anaforlarına savrulmamak için sırtımızı mutlaka büyük bir güce mi dayamalıyız?

Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde düşünülürken gözden çıkarılmaması gereken can sıkıcı gerçek Türkiye’nin ABD’ye olan ihtiyacının ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacından daha fazla olduğudur. Ancak yine de Türkiye, kendi çıkarını hesapladıktan sonra ABD’nin beklentileri ve istekleri dışında pozisyonlar alabilir. Bunun sonucunda, Washington ile ilişkilerimiz “derin yaralar” alacak ve ABD Türkiye’yi “cezalandıracaksa”, o zaman zaten bu ilişki çok sağlıklı değil ve “kaba bir çıkar aritmetiğine dayanıyor” demektir. ABD, bu coğrafyadaki ender yakın müttefiklerinden Türkiye ile ilişkilerini ciddi olarak zedeleyecek adımlar atmaktan kaçınmalıdır. Türkiye’nin ekonomik durumu ve dış krediye bağımlı olması ikili ilişkilerde ABD tarafından önemli bir koz olarak kullanılmaktadır. İşin kaygı verici yanı, ABD’nin Türkiye politikasını yürütenlerin Ankara ciddi bir ekonomik krizin içinde olmasaydı Washington’un taleplerine şimdi olduğundan çok daha fazla direneceğini bilmeleridir. O halde bu durumun devam etmesi gerektiğine hükmediyor olabilirler. Bu mantık daha da ileri götürülürse Türkiye’nin ekonomik sorunlarının, en yakın stratejik müttefiğimiz olan ABD’ye bazı avantajlar sağladığı sonucuna varılabilir. Ancak öte yandan Rusya, Çin ve diğer ülkelerle geliştirilecek ilişkilerin[5] ABD ve AB ile olan münasebetlere rakip olması düşünülmemelidir. Rusya ve Çin ancak tamamlayıcı türden ilişkilerimiz olabilir. Bu ülkelerle daha derin ve yakın ilişkiler diğer ortaklarımızla yapılan ittifak içi pazarlıklarda Türkiye’yi daha güçlü kılar.
Stephen Walt’un dediği gibi, “ne kadar başarılı ve eski olursa olsun bir müttefiklik ilişkisinin kutsal hiç bir tarafı yoktur.”[6] Yaklaşık 50 yıldır Amerika ile ittifak Türk dış politikasının en önemli “mobilyası” idi. Bugün bu durumun değiştiğini söylemek için henüz erken olsa da bu durumun, örneğin bundan üç-beş yıl sonra da devam edeceğinden emin olmak artık pek mümkün değildir. Amerika, hemen her ülke gibi Türkiye için de en önemli dış politika meşgalesi olmaya devam etmektedir. Amerika’nın bu benzersiz ve kontrolsüz gücü ile ne yapacağız? Türkiye ABD’nin stratejik müttefiği, müttefiği, küçük ortağı, taşeronu ve hatta belki de bazı durumlarda rakibi olabilir. Ama Irak harekâtı bize bir şey göstermiştir ki şu an Washington’un düşmanı olmak için iyi bir zaman değildir. Türkiye’nin ABD ile hangi konularda, şartlarda ve ölçülerde işbirliği yapması gerektiği konusu tartışılmaya devam etmektedir. Ankara’nın 1) Washington ile hemen her koşulda beraber hareket etmesinin mümkün, gerekli ve arzulanır olduğunu, ve temelde çıkarlarının ve dünya görüşünün paralel olduğunu savunanlar, 2) Washington’a, başta Orta Doğu’daki projesi olmak üzere, karşı çıkılması ya da en azından işbirliğinden kaçınılması gerektiği, çünkü Washington’un dizaynının Türkiye’nin aleyhine olduğunu, ahlaki olmadığını ve Türkiye’nin başka alternatifleri olduğunu savunanlar, 3) Washington’la işbirliğinin konuya, zamana, Türkiye’nin çıkarlarına, Washington’un Türkiye’ye yaklaşımına, mevcut alternatiflere, Türk kamuoyunun o konuya bakışına göre değişmesi gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır.
Türkiye’nin içinde çok-kutuplu bir yapı olması Washington’a zaman zaman bu kutupları birbirine karşı kullanma ve onların çelişkilerinden kendi lehine istifade etme fırsatı verebilir. Washington, “kim benim politikalarımı desteklerse ağırlığımı onun lehine koyacağım” diyerek ülke içindeki siyasî denklemin bir parçası olabilir. Amerikan Yönetiminin direk veya dolaylı müdahalelerle Türkiye içindeki asker-sivil, hükümet-muhalefet, laik-İslamcı, liberal-devletçi ya da reformcu-muhafazakar tartışmalara ve güç dengelerine etki yapabileceği bilinen bir gerçektir. Ancak bu müdahaleler her zaman beklenen etkiyi yapmayabilir. Amerika’nın yukarıdaki tartışmalarda tercih ettiği görüş ve kurumlar Washington’un desteğine rağmen ve hatta bazen bu nedenle tartışmaları kaybedebilirler. Washington, zaman zaman dile getirdiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve modernleşmesi ile kendi çıkarları arasında gerçekten doğrudan bir ilişki görmekte olabileceği gibi, aslında bu konular üzerine yeterince düşünmemiş ve sadece “tribünlere duymak istediği şeyleri söylemekte” olabilir ve gerektiğinde bu açıklamalarından da kolayca sapabilir.

Washington’un şu gerçeği kabul etmesi gerekir: Türkiye demokrasinin gelişmesi ile Amerikan politikalarının bir parçası olmaya daha az istekli olabilir ya da en azından bu politikalara verdiği destek eskisi kadar otomatik, şartsız ve mutlak olmayabilir[7]. Türkiye’de demokrasinin tam anlamıyla yerleşmesi Amerikan taleplerine eskiye göre daha fazla karşı çıkmaya istekli ve kararlı, olayları Amerikan gözlükleri dışında görmeye açık ve AB üyeleri ile ilişkileri ilerlemiş bir Türkiye ortaya çıkabilir. 1991’deki savaştan geriye kalan hatıralar Türkiye’nin Irak harekâtındaki tavrını şekillendiren faktörlerin belki de en önemlisi olmuştu. Washington, ABD ile beraber hareket etmenin Türkiye’ye elle tutulur ve uzun dönemli getirileri olacağını göstermelidir. İki ülke arasındaki güven eksikliğini azaltmak için daha fazla diyalog, açıklık, gerçekçilik, samimiyet, “güven arttırıcı önlemler,” karşılıklı saygı, ülkelerin ortak çıkarları hakkında daha mütevazi olmak gerekmektedir. İlişkilerin ortak çıkarlar ve değerler üzerine bina edilmesi gerekir. Böyle olmazsa ilk sarsıntıda zarar görebilir ya da en az bir tarafı hayalkırıklığına uğratabilir.
Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak krizinden önce belki de olması gerekenden de fazla “ataerkil” bir görüntü çizdiği iddia edilebilir. Türkiye Washington’a “saygıda kusur etmiyor”, Washington da kendince Türkiye’yi kayırıyor ve “temel ihtiyaçlarını” karşılıyordu. İki taraf da ilişkinin uzun ve neredeyse hiç bitmeyecek ya da bozulmayacak olduğunu varsayar gibiydi. Mesela Washington’da, “Ankara’ya IMF’de destek verelim nasıl olsa ondan ileride isteyeceğimiz şeyler olacaktır”, Ankara’da ise “Washington’u karşımıza almayalım, işler zora girince bize yardım edecek başka kimse yok” diye düşünülüyordu. İki taraf da birbirine bazı destek ve kolaylıklarda bulunuyor ancak bunun muhasebesi pek net, anında ve yüksek sesle tutulmuyor ve daha çok iki tarafın kendi zihnindeki “hesaba yazılıyordu.” Ancak zamanla taraflar karşı tarafa tam söylemeseler de aldıklarının verdiklerinin epey gerisinde kaldığını düşünmeye başladılar. Ankara Washington’un kendisini kullandığını ama bunun karşılığı olarak sunduklarının “masrafı bile kurtarmadığını,” Washington ise Ankara’ya yaptığı siyasî, ekonomik ve askerî yatırımın özellikle Irak’taki getirisinin hayal kırıklığı yarattığını düşünmeye başladı.

Türk Dış Politikasında Farklı “Okullar”Her ne kadar insan ile ilgili hemen her kategoride olduğu gibi bu sınıflandırmaya tam olarak uyanların sayısı çok değilse de, Türk dış politikasının genel yönü hakkındaki tartışmalara katılanlar arasında aşağıdaki gibi, bir parça idealize edilmiş, grupların olduğu savunulabilir: 1) Türkiye’nin iç ve dış politikasını AB üyeliğinin şartlarıyla ve başta Fransa-Almanya olmak üzere Amerika’yı dengelemeyi arzulayan ülkelerle uyumlandırılması gerektiğini düşünen, AB’nin talep ve şartlarının Türkiye için yararlı ve gerekli olduğunu savunan “Avrupacılar,” 2) Türkiye’nin AB üyeliğinin düşük ihtimal olduğunu olduğunu ve çıkarlarının aslında ABD ile uyumlu olduğunu düşünen “Amerikacılar,” 3) Türkiye’nin hem Avrupa hem de ABD ile yakın ilişkiler içinde olmasını savunan ve bu ülkelerle yaşanacak sorunların Türkiye’nin Batılı karakterini tehlikeye atmasından korkan, bu iki grup arasında tercih yapmanın gerekli, ivedi ya da yararlı olmadığını savunan “Batıcılar,” 4) Türkiye’nin siyasî anlamda yönünün Batı olmasına değilse bile, dış politikasında Batı’dan gelen istek ve zorlamalara mesafeli bakan ve gerektiğinde direnilmesini savunan “Batı-septikler,” 5) Batı ülkelerine mesafeli ve şüpheyle bakan ve Türkiye‘nin Rusya, Orta Asya, Kafkasya, Çin, İran ve İslam ülkeleri gibi ülke ve gruplarla yakınlaşmasını isteyen ve bunu Batı’nın alternatifi gören “Avrasyacılar,” 6) Türk dış politikasının bu opsiyonların –değişik derecelerde olsa da- tamamını ya da çoğunu aynı anda götürebileceğini ve aslında bunlar arasında önemli bir çelişki olmadığını, Türkiye’nin hem Avrupalı hem ABD ile yakın ilişkilerini koruyan ve hatta geliştiren, hem “Müslüman” hem de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerle sağlıklı ilişkiler kurabileceğini düşünen “dengeciler.” Bir kısmı henüz “okul” denemeyecek kadar yeni, muğlak ya da düzensiz bu görüşler arasında zaman zaman sağ-sol, Müslüman laik ve hatta milliyetçi-kozmopolit ikiliklerini aşan ittifaklar kurulabilmekte ve ya da bölünmeler yaşanabilmektedir. Son dönemde bu gruplar içinde AB yanlıların hem sayı hem de etkinlik açısından öne çıktıklarını söylemek mümkündür. Bu grubun, yıl sonundan önce AB’den olumlu cevap alınması ile daha da güçlenmesi ve kemikleşmesi ile Türk dış politikası üzerindeki etkinliği daha da artabilir.

Türkiye, ABD ve ABABD’nin resmi pozisyonu Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektir[8]. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ya da yaklaşması Ankara’yı Batı kampına demirleteceği için Washington açısından müspet bir gelişmedir. Ayrıca, ABD’nin Türkiye’nin Avrupa hayallerine destek verir görünmesinin Washington’a bir maliyeti yoktur. Fakat öte yandan belki de Washington bunun gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğu üzerine hesap yapmış ama son dönemde Ankara hükümetlerinin kendilerinden beklenmeyen reform ataklarından sonra AB opsiyonunun daha önce düşünülenden daha ciddi hale gelmesinden sonra geri adım atamamışlardır. Amerikalılar, Brüksel ile pazarlığa girmiş bir Ankara’nın AB’nin talepleri ve kriterlerini karşılamakta zorlanacağını ve AB’nin sadece kendisinden ödünler koparıp aslında Türkiye’yi almaya niyetli olmadığından şüpheleneceğini ve belki de paradoksal bir şekilde, Avrupa karşıtlığının artacağını, bunun da Ankara’nın tek gerçek seçeneğinin Amerika olduğunu düşündürteceğini umuyor da olabilir. Türkiye bu yolda istediğini umduğu kadar kısa sürede ve kolay elde edemediğinde Washington Ankara’ya “elimden geleni yaptım, ama Avrupalılar’ı ikna edemedim” diyebilecektir. Bir görüşe göre olur da Avrupalılar Türkiye’yi aralarına almaya kabul ederlerse, Amerikalılar’a göre, bu da Avrupa’nın Amerika’ya karşı yekpare bir alternatif yaratmasını önleyecektir. Çünkü içine Türkiye’yi de alacak kadar büyük bir Avrupa o kadar çeşitli ve çelişkili bir hale gelecektir ki ABD bunun içinden kendine yakın ülke ve ülkeler bulmakta hiç güçlük çekmeyecektir. Avrupalılar, bazen hiç de haksız olmayarak, Washington’un Türkiye gibi, her ne kadar büyük bir potansiyeli ve Birliğe verebileceği önemli artıları olsa da, son tahlilde ciddi risk, maliyet ve problemleri olan bir ülkeyi Brüksel’in başına yük ve bela olarak sarmak istediğinden şüphelenmektedir.

Türkiye’nin AB konusunda Amerika’dan destek almakta ısrar etmesi yanlış ve sonuç itibariyle başarısız olmuştur. Avrupalılar bilinen başka bir çok şeyin yanında Türkiye’ye verecekleri tarihin Washington’un başarı hanesine yazılacağından çekinmişlerdir. Avrupalılar, “ABD Meksika’yı içine alıyor mu ki biz Türkiye’yi alalım?” demektedirler. Amerikalılar, Türkiye’nin 2005’te de büyüklüğü, fakirliği, sosyal yapısında Avrupai olmayan unsurları, coğrafî konumu, AB halklarının isteksizliği ve korkuları gibi nedenlerle Avrupa tarafından itilmeye devam edeceğinden emin oldukları için Türkiye’yi destekler görünmekte bir sakınca görmemişlerdir. Bir ihtimal bu desteğin ters tepeceğini hesap etmiş de olabilirler. ABD asıl, Türkiye’yi AB projesinden soğutmaya çalışsaydı bunun AB ve Ankara beraberliği ihtimalini arttırabileceğini fark etmiş olabilir.

Washington’un AB’ye Türkiye lehine baskı yapması daha çok Türk tribünlerine oynanan bir oyun olarak görülebilir. ABD’nin Türkiye’yi AB üyeliği konusunda destekler görünmesi büyük ölçüde bunun gerçekleşmesinin zor ya da uzak bir ihtimal olduğu inancına dayanmaktadır. Washington, AB konusunda Ankara’yı desteklemenin hem Ankara nezdinde prestij ve siyasî sermaye kazandırdığının, hem de paradoksal ve pek fazla dillendirilmeyen bir şekilde Türkiye’nin AB şansını azalttığının farkında olabilir. Çünkü Avrupalılar Washington’un Türkiye ısrarının arkasında AB içine sokulmak istenen bir Truva atı ve AB’yi sulandırma çabası sezmektedirler. AB burada aynen “hamili yakınımdır” yazan bir kartla gelen kişiyi sıranın sonuna gönderen prensip sahibi bir görevli gibi görülebilir. Avrupa’dan istediği karşılığı alamayan Türkiye, Washington’un bel bağlayabileceği tek güç olduğunu düşünebilir ve bu ülkenin bölge ile ilgili askerî taleplerine artık direnmemeyi seçebilir.
Son olarak denebilir ki, gerçekleşmesi halinde, üyelikten sonra Türkiye AB içinde Washington’un umduğu türden roller oynayacaksa bile, üyelik konusunda iyimser olmakla tanınanların bile on yılı aşabileceğini tahmin ettikleri müzakere süreci boyunca Türkiye’nin stratejik tercihlerini AB’ye ve bunun içinde de üyeliği ile esas kararı vereceği düşünülen Fransa ve Almanya’nın başı çektiği gruba yaklaştırması yüksek bir ihtimaldir. Türkiye’nin ABD’nin Irak harekâtına karşı daha önce düşünülemeyecek kadar eleştirel pozisyonun ve 1 Mart olayının[9] arkasındaki bir çok faktörden birinin de AB perspektifi olduğu iddia edilebilir. İleride Türkiye “Avrupalılığını” kanıtlamak için dış politikasını ve bazı önemli ihale, yolcu uçağı gibi büyük yekun tutan ticari tercihlerinde ve hatta silah alımlarının en azından bir kısmında AB ülkelerine öncelik verebilir. Kısacası, ABD’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda söyledikleri ile gerçek niyetleri arasında olduğu kadar, hesap ve beklentileri ile yaşanacaklar arasında da belli bir fark olabilir. Türkiye, ABD’yi dengelemeye yönelik dünya kamuoyunda hali hazırda oluşan, bazı devletler arasında da embriyonik safhadaki gruplaşmanın bir parçası olmalı mıdır, olabilir mi ve olursa bunun sonuçları neler olabilir? ABD’ye direnmek ve/veya öyle görünmek Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır mı? Bu konuda şu fikirler öne sürülmektedir: AB üyesi ülkeler Türkiye’nin ABD’ye belli ölçüler ve şartlarda direnmesinden a) sadece memnun olurlar ama bu AB üyeliğini sağlayacak ya da çabuklaştıracak boyutlarda olmaz, b) Türkiye’nin AB üyeliği şansını arttırır, kolaylaştırır, hızlandırır. Ankara’nın Washington ile, bazı Avrupa ülkelerinin gözünde “fazlasıyla” yakın olması, AB’nin Türkiye’nin üyeliği ile dirençlerinden sadece birisidir ve muhtemelen en önemlisi de değildir. Türkiye’nin büyüklüğü, fakirliği, kültürel ve politik farklılığı ve içinde yaşadığı problemli coğrafya AB’nin Türkiye’nin üyeliğinin önünde daha önemli engeller olarak görülmelidir. Türkiye ABD’ye Avrupa’yı mutlu etmek için değil kendi çıkarları öyle gerektirdiğinde direnmelidir. Avrupa’ya yakınlaşmak ABD ile ilişkilerin her zaman alternatifi olmak zorunda değildir ama bundan kaçınmanın çok zor olduğu durum ve konular da bulunmaktadır ve transatlantik ilişkilerindeki problemler arttıkça Türkiye bu tercihle daha sık karşıklaşmaya başlayabilir.

ABD Deniz Aşırı Askerî Varlığında Değişim Planları ve İncirlikABD’nin çıkarları ile askerî varlığı arasında çift yönlü bir ilişki olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle ABD’nin Irak savaşında kullanamadığı Avrupa’daki üs ve kuvvet yapısında değişiklikler planlaması ABD ile Avrupa arasındaki bağları geçici olmayan bir şekilde zayıflatabilir. Washington’un bu yeni planları Amerikan güvenlik politikaları ve müttefiklik ilişkileri üzerinde önemli etki yapabilir ve bir kere gerçekleştikten sonra geri çevrilmesi kolay olmayan kalıcı sonuçları olabilir. ABD’nin denizaşırı askerî üs yapısında yapmayı planladığı değişikliklerin 2005 sonundan itibaren uygulamaya geçeceği düşünülmektedir.
ABD’nin kuvvetlerini, 1) kendisine “sorun yaratan” ülkelerden kolaylık gösterenlere, 2) önümüzdeki dönemde temel meşgalesi olacak olan Orta Doğu’ya uzak ülkelerden yakın olanlara, ve belki de 3) ilerideki benzer durumlarda, büyüklüğü ve gücü ile, ABD’ye direnebilecek ve üslerin kullanımı konusunda zorluk çıkarabilecek ülkelerden, bunu yapması daha güç olacak küçük, zayıf ve ABD’ye bağımlılığı daha fazla olan ülkelere kaydırmayı düşünmektedir. Ayrıca ABD bir bölgede tek bir ülkeye bağımlı olmaktansa alternatiflerini çoğaltmayı ve kriz zamanlarında güç konuşlandırmak için “tek bir ata oynamamayı” istemektedir.

İncirlik Üssü yukarıdaki kriterlere bakıldığında ortalarda bir yerdedir. Washington, Almanya’da konuşlanmış olan 48 adet F-16 uçağını İncirlik Üssü’ne kaydırmak ve bu uçakları kısıtlamasız kullanabilmek istemektedir[10]. Washington’un Türkiye’den üs talebinde bulunması ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığını Doğu’ya taşıması kadar -ve hatta belki de daha fazla- Washington’un Irak’ta uzun dönemli stratejik askerî üs bulunduramaması ihtimalinin belirmesi ile ilgilidir. ABD uzun süre daha Irak’ta askerî güç bulundurabilir ama bu başlangıçta planlandığı gibi bölgeyi “kolaçan etmek” ve başka bazı harekâtlar için sıçrama tahtası olmaktan çok Irak’ta düzeni sağlamakla sınırlı bir güç olabilir. Ancak ABD askerlerinin 2005 Ocak ayından sonra ülkede istenmediğinin yeni seçilecek siyasîler tarafından net bir şekilde ortaya konması halinde bu gücün kısmen kuzeye, Kürt Bölgesi’ne kaydırılması gündeme gelebilir. Böyle bir gelişme K. Irak’ın geleceği ile ilgili ciddi yeni komplikasyonlara neden olabilir. Bulgaristan ve Romanya’daki ara istasyonların hayata geçmesinden sonra Türkiye’nin önemi hava sahasına kayabilir. Malzeme ve mühimmatın depolandığı, bakımını az sayıda personelin yapacağı bu küçük üsler savaş ya da kriz döneminde geçiş noktaları olarak kullanılmak üzere dizayn edilecektir. Buradaki personelin aileleri olmadan ve sık sık rotasyona tabi tutularak konuşlandırılması planlanmaktadır. Türkiye, Almanya ve Fransa kadar güçlü değilse de 1 Mart’ta ABD’ye direnebileceğini göstermiştir. Ayrıca Ankara’nın bu üssü İran ve Suriye’ye karşı kullandırması ihtimali de düşüktür.

Ancak ABD, Suudi Arabistan’dan askerî olarak çekildikten sonra İncirlik’i de hemen kaybetmek istemeyecektir. Pentagon, İncirlik’i fiili olarak güç projekte etme anlamında değilse bile sadece buradaki varlığı ile kazanacağı bölgesel bir caydırıcılık amacıyla “saklı tutmak” isteyecektir. ABD için İncirlik sadece Güney’e değil, daha sınırlı olmak şartıyla Kafkaslar’a yönelik olarak da düşünülebilecek bir üstür. İncirlik konusuna birkaç açıdan bakılabilir. Milli egemenlik konusunu gözetecek olursak ideal olan, kendisine yönelik direk, ivedi ya da potansiyel bir tehdit olmadığı zaman Türkiye’de yabancı üs ve silahlı kuvvetlerin bulunmaması, bulunduğunda da bunların hareketlerinin tamamen kontrol altında, şeffaf, parlamentonun bilgisi, onayı ve denetimi dahilinde olmasıdır. ABD ile ilişkiler bağlamında yaklaşırsak Irak savaşından sonra Irak’ta Amerika’nın istediği türden bir düzen kurulması durumunda, İncirlik’in rolünün değişeceği ve azalacağı tahmini yanlış değildir. Ancak Irak’taki durum belirsizliğini koruduğu için bu hemen gerçekleşmeyebilir. Hukuki boyuttan bakarsak İncirlik rotasyon gibi faaliyetler için açık ve kontrollü olmak, bir açık çeki içermemek şartıyla kullandırılabilir. Ancak bu izin kontrollü ve sınırlı olmalı, buradan fiili olarak güç kullanılması ihtimalini içermemelidir. Bu konu ulusal güvenliğin de ötesinde ulusal egemenlik ile ilgilidir. Bu kadar önemli bir konuda kamuoyu bilgilendirilmeden ve ayrıntılı bir tartışma yaşanmadan karar vermekten veya taahhütlere girmekten kaçınmak gerekir. Türkiye’nin –doğru veya yanlış- çıkarlarını farklı gördüğü noktalarda Amerikan politikalarından ayrılması normal karşılanmalıdır. Washington’un isteklerine tam olarak karşılık vermemek ABD ile ilişkilerimizi bozmamalıdır. ABD’ye verilecek izin ve yardımlar süre ve şekil olarak sınırlandırılmalı, şartlara bağlanmalı, gerektiğinde Türkiye tarafından geri çekilebilir olmalıdır. ABD’nin Türkiye’deki üsleri bizim çıkarımıza olmayan şekillerde kullanabilme ihtimaline karşı önlemler alınmalıdır. Türkiye’nin güvenliğine zarar verecek gelişmeler oluştuğunda müdahale etme hakkı ve serbestisini sınırlayacak taahhütlere girilmemelidir.

ABD, PKK ve K. Irak
Önümüzdeki 6-12 aylık dönemin K. Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulup kurulmayacağını belirleyeceğini iddia etmek abartı olmayacaktır[11]. ABD’nin Irak’ta belki askerî değil ama siyasî bir yenilgi ihtimali ile karşı karşıya olması, Washington’un bu ülkenin birliğine yönelik ve zaten genelde belli bir şüphe ile karşılanan taahhüdünü zayıflatabilir. Bu arada ABD’nin kendisi de bir federasyon olduğu için Irak’ta federal bir çözüme olumlu anlamda önyargılı baktığının altını çizenlerin, ABD’deki coğrafî federal yapı ile Kürtlerin istediği etnik temelli federasyon arasındaki farklılıkları gözden kaçırmamaları gerekir. ABD’deki federal birimler herhangi bir dini ya da etnik esasa göre değil, tam tersine bunu engelleyecek şekilde çizilmiştir. ABD’deki Başkanlık kurumu ülkenin birliğinin en önemli ve güçlü sembolüdür. ABD’den federal birimlerin ayrılması söz konusu olmadığı gibi İç Savaş da Kuzey tarafında başka bazı nedenlerin yanında ülkenin bütünlüğünün parçalanmasını engellemek amacıyla yapılmıştır. Irak’ın tarihi, etnik yapısı ve uluslaşma süreci ile ABD’ninkiler arasında ciddi bazı farklılıklar olsa da, sonuçta çok sık tekrarlandığı için daha az geçerli olmayan şu genellemeyi hatırlamakta fayda vardır: Etnik temelli federasyonlar, bazı istisnalar haricinde, merkezkaç kuvvetler yaratmaya, en hafif deyişle, meyilli olmakta ve hatta bunun da ötesinde adeta koşullanmaktadır.

Ülkedeki güvenlik durumunun bozulması K. Iraklı Kürtler’in bağımsızlık amaçlarını hayata geçirme isteklerini, belki haklarını ve bu konuda başta ABD olmak üzere Batı’dan destek bulma şanslarını ciddi şekilde attırmaktadır. Şu görüş, her zaman bu kadar net ifade edilmese de, yavaş yavaş daha çok taraftar kazanır gibidir: “Irak’ı kurtaramadık hiç değilse K. Irak’ta Batı yanlısı ve nispeten demokratik bir yönetim kuralım. Şu haliyle Kürtleri Irak’ın geri kalanı ile beraber yaşamaya zorlamanın pratik ve ahlaki bir gereği yok.” Irak’ın kısa vadede demokratik, laik ve Batı yanlısı olamayacağı ortaya çıkarken, bu hasletlere şimdiden sahip olduğu düşünülen Kürt bölgesinin Irak’ın geri kalanı ile ortak bir geleceğe zorlanması ihtimali azalmaktadır. K. Irak’la ilgili rahatsızlığın hem kısmen nedeni hem de çözümü Washington’dadır. K. Irak konusunda Washington’a şikayetlerde bulunmak ve bunların arkasına –içerik, doz ve tonunun nasıl belirleneceği çok hassas olmakla beraber- bazı tehditler de koymak gerekebilir. Washington’a K. Iraklı Kürtlerin taleplerine sonsuz bir sempati ile yaklaşmanın bazı maliyetleri olacağını hissettirmek gerekir. Aksi takdirde Kürtlerin talepleri, adım adım, Washington’un da pozisyonu olmaya başlayabilir. Washington, “Ankara K. Irak’ta olanlardan rahatsız, ama ne bunu engelleyecek bir gücü ya da ABD’ye verebileceği bir zarar var” diye düşünmemelidir. Sürekli olarak makul, mülayim, akl-ı selim görülmenin diplomatik anlamda maliyeti olabilmektedir. ABD Irak harekâtının başlamasından bu yana PKK’ya karşı sembolik de olsa hiçbir girişim, tehdit ya da operasyonda bulunmamıştır. Bunun için öne sürülen yeterli askere sahip olunmadığı şeklindeki bahaneler inandırıcı değildir. Washington, eğer PKK’ya karşı mücadelede ciddi olsa idi, en azından sınırlı da olsa bir hava bombardımanı ile kararlılığını gösterebilirdi. ABD bu ikisi arasında açıkça bir bağlantı kurmaktan kaçınsa da, ki zaten bunu açıkça yapması garip ve hatta çirkin olurdu, PKK’ya karşı hemen hiçbir adım atmamış olması, ister istemez ABD’nin PKK’yı Türkiye ve hatta belki de İran’a karşı hem taktiksel anlamda ve belki de stratejik boyutta bir tür koz olarak gördüğünü düşündürtmektedir.

Son on sekiz ay içinde Türk tarafının ABD tarafına PKK konusunda yaptığı eleştiri ve önerilerde bir tür “hayal gücü eksikliği” sezilmektedir. Türkiye’nin, ABD’den PKK’ya karşı harekete geçmesini istemenin yanında bunun için net mühletler vermesi ve bu sürede sözler tutulmadığı takdirde de bazı yaptırımlarda bulunma tehdidinde bulunması daha doğru olabilirdi. Ayrıca PKK’ya karşı direkt olarak binlerce Amerikan askerînin katılacağı operasyonlar yerine, yavaş yavaş tırmandırılan, başlangıçta polisiye düzeyde başlayan propaganda, hareket ve faaliyet kısıtlama, enterne etme, uyarı atışları, liderleri ele geçirme, gerekirse Türk askerlerinin de gözlemci ya da aktif olarak katılabilecekleri operasyon seçenekleri varyasyonlar sunulmalıydı. ABD’nin PKK ile mücadele konusundaki zaaflarını not etmek ve şikayetlerimizi güçlü bir şekilde, değişik kanallardan tekrar tekrar dile getirmenin yanında, kendi ev ödevimizi yaparak Washington’un önüne “reddemeyeceği tekliflerle gitmek” gerekir. Türkiye’nin, eğer bu konuda şimdiye kadar olduğu gibi sözler ve yuvarlak ifadeler dışında ciddi bir karşılık görmezse, artarak büyüyen müeyyidelere başvurması gerekebilir. Ancak, Ankara’nın başta ABD olmak üzere başka ülkelerden haklı beklentileri olsa da, PKK ile mücadele, İlker Başbuğ’un da belirttiği gibi[12], son tahlilde ve esas olarak Türkiye’nin sorunudur. Bu konuda alınacak aktif ve pasif ilave askerî önlemler olabilir. Bunlar arasında değişik zorluk, risk ve maliyetlere rağmen şu öneriler sıralanabilir: 1) ABD, Irak hükümeti, K. Iraklı Kürt gruplar, komşu ülkeler, AB ve uluslararası kurumlara yönelik gerekli diplomatik adımlar tüketildikten, yeterli istihbarat toplanıp titizce analiz edildikten ve askerî hazırlıklar yapıldıktan sonra PKK kamplarının bombalanması, örgüt liderlerine ve üyelerine karşı sınırlı komando operasyonları ve daha büyük çapta hava indirme operasyonları yer alabilir. 2) Ayrıca sınır güvenliğinin sağlanması konusunda emek-yoğun metotların yanında ek bazı teknik önlemler gelebilir. Sınır güvenliği konusunda elektronik sistemler, radar ve hava kuvvetleri gibi opsiyonları daha yoğun ve etkili kullanmanın yollarını aramak gerekebilir. Türkiye’nin kendi sınırlarını koruması sadece terörle değil, uyuşturucu, kaçakçılık, yasadışı göç ve sınır aşan bulaşıcı hastalıklarla mücadele için de elzem bir konudur. Sınırların uzunluğu, doğa ve coğrafya şartlarının zorluğu bu konudaki zaafların kapatılmasına engel olmamalıdır. Ayrıca hemen değilse bile Irak’ta işler biraz durulunca bu ülkeyle olan sınırın güvenliğinin daha kolay korunmasını sağlayacak değişiklik önerileri yapmak düşünülmelidir.

Önümüzdeki dönemde ABD’nin PKK’ya karşı nasıl tavır alacağı ile ilgili olarak aşağıdaki sekiz aşama ve ihtimalden bahsedilebilir: 1) Washington tepkisizliğini korumaya devam edebilir, Türkiye’ye sabırlı olmasını telkin edebilir, “topluma kazandırma yasasının” kapsamının genişletilmesini önerebilir, 2) PKK’ya karşı muğlak ve örgütün çok ciddiye almadığı tehditlerde bulunabilr, 3) K. Iraklı Kürt gruplara PKK ile ilişkilerini azaltmalarını/kesmelerini, PKK’ya Türkiye’ye dönmesini istemelerini bildirebilir. 4) PKK’ya yönelik tehditlerin dozunu ve netliğini arttırarak PKK militanlarından Irak’ı terk etmelerini isteyebilir, 5) onlara belli zaman içinde ya da derhal gitmezler, teslim olmazlar, silahlarını bırakarak belli bir bölgede toplanmazlarsa güç kullanacağı tehdidinde bulunabilir, 6) Onlara karşı sınırlı bir askerî harekâta girişebilir ve hareketlerini kısıtlayabilir, onları Halkın Mücahitleri örneğinde olduğu gibi enterne edebilir, veya 7) Onları yok etmeye yönelik büyük bir harekâta girişebilir, ya da militanların bir kısmını ya da tamamını yakalayarak Türkiye’ye teslim edebilir, 8) Türkiye’ye Irak’ta operasyon PKK’ya karşı zamanı ve coğrafî sınırları çizilmiş bir operasyon yapma izni verir veya ortak bir operasyona yeşil ışık yakabilir.
ABD, Türkiye ve Büyük Ortadoğu Orta Doğu’ya örnek, model, ilham kaynağı ya da lider olarak gösterilmek gurur okşayıcıdır. Bu durum eğer bunun başta terör eylemlerine hedef olmak gibi potansiyel bedelleri olmasaydı tek başına bile yeterince olumlu bir şey olabilirdi. Çünkü, aynen şeref gibi, uluslararası ilişkiler teorisyenleri tarafından göz ardı edilen ya da küçümsenen gurur, sadece kişisel ilişkilerin değil dış politikanın da önemli bir unsurdur. Ama madem model olmanın potansiyel bir bedeli vardır, o zaman bu bedel karşılığında, en azından orantılı ve tercihen daha büyük bir şeyle tazmin edilmeyi talep etmemiz gerekir. Bunu alıp alamayacağımız başka bir şeydir ama bu bir şeyler istememiz gerektiğini değiştirmez. Uluslararası ilişkilerde sadece alabileceğimiz şeyleri istememiz gerektiği şeklindeki ve şaşırtacak kadar çok taraftarı olan düşünce yanlıştır. Eğer gerçekleşirse, AB üyelik adaylığı, AB’nin normalde yanaşmayacağı bir şey olduğu için, başka şeylerin yanında bu rolün de bir karşılığı/sonucu olarak görülebilir. Bunu zaten Türkiye’nin doğal hakkı olarak görenler varsa da kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin adaylığına karşı Avrupa’da ciddi, kolay göz ardı edilemeyecek ve zaten Avrupalı liderlerin de kolay göz ardı etmeyecekleri, popüler –ama belki de su geçirmez olmayan- argüman ve endişeler vardır (büyüklük, fakirlik, farklılık ve artı ve eksi yönleri ile eşsiz, tehlikeli ve vaatkar bir coğrafya.) Eğer Türkiye’nin oynayabileceği potansiyel “rol” ile ilgili beklentiler bu somut ve negatif argümanların üstesinden gelmeye yeterse, zaten bu Avrupa kanadından Türkiye’nin bu projeden çıkardığı önemli bir kazanç olacaktır. Türk demokrasisinin Batı tarafından “sigortalanması” ve yaşadığı coğrafyanın demokratikleşmesi ve modernleşmesi yapılan “masraf” ve üstlenilen “riskin” karşılığı olarak zaten az değildir ama Washington açısından da, “doğru şeyler yapan” ülkelerin ABD tarafından “maddi ve manevi” olarak ödüllendirildiğinin görülmesi bu projeye olan yaklaşımı müspet yönde etkileyecektir. Washington, “Türkiye gibi demokratikleşirseniz ve modernleşirseniz Türkiye gibi özel muamele görürsünüz” diyebilmelidir. Bu arada sadece- ekonomik getiriler değil, “söz hakkı”, “ağırlık ve etkinlik” ve “hassasiyetlerine ve çıkarlarına saygı gösterilmesi” gibi şeyler kastedilmektedir.

Ankara Büyük Ortadoğu Projesi’ne, kendi entelektüel ve siyasî katkısını yapmakta ısrar ederek ve şartlı olarak destek vermelidir. Bu şart da sonuçta hiçbiri gerçekleşemeyen uzun bir istek listesi şeklinde değil, basit, somut ve hayati bir madde olmalıdır. Bu şey “Irak’ın ne olursa olsun bölünmemesi” olabilir. Zaten Amerikalıların da farkında olduğu ama olayların hızlanması ve karmaşıklaşması ile belki unutabilecekleri gibi Irak’ın bölünmesi BOP’un da sonunu ifade edebilir. Ancak son dönemde ABD’nin verdiği sözler ile ilgili tecrübemiz de düşünülürse bu şartın ayrıntılandırılması ve karşı tarafın sözünü tutmaması halinde uygulanacak ciddi müeyyidelerin de kayda geçirilmesi doğru olabilir. ABD’nin Türkiye’den istedikleri demokrat ve Batı yanlısı olmakla sınırlı değildir. Washington, Ankara’dan Gül‘ün Tahran’da İslam Konferansı Örgütü’nde yaptığı konuşma türünden bazı şeyler yapmasını da istemektedir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerindeki amaçları bu ülkelerle ekonomik münasebetleri ilerletmek, onları demokratikleşme konusunda yüreklendirmek ve terör ile kitle imha silahları alanında ABD’nin askerî dahil baskısına maruz kalmalarını önleyecek adımlar atmalarını sağlamak olmalıdır. Türkiye, Washington’un mesajını bu ülkelere götürmekten gocunmamalı ama öte yandan da Tahran ve Şam ile geliştirdiği yakınlığa Washington'un vetosunu kabul etmemeli ve suçluluk psikozuna girip Washington’a “yanlış bir intiba vermemek için” bu ülkelerle diyaloğunu zayıflatma yoluna gitmemelidir. Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme isteğini Batı’dan kopmak şeklinde değerlendirmek doğru değildir. ABD’deki bu yöndeki endişeler diyalog yoluyla giderilmelidir. Türkiye Washington’a, Irak ve İran konularında, “ben bunu istiyorum” ya da “buna kesinlikle karşıyım” demek yerine, kendi çıkar ve isteklerini iyi hazırlanmış, ayrıntılı, söz konusu ülkelerin halklarının çıkarlarını da gözeten ve ABD için kabul edilebilir programların içine yedirmelidir.

Türkiye BOP’un sadece tribünlere yönelik bir girişim olmaktan çıkıp, somut ve sonuçta bölgeyi daha güvenli, istikrarlı, özgür ve müreffeh bir yer hale gelmesini sağlayacak bir şekle bürünmesine kendi fikri ve siyasî katkısının ne olabileceği üzerinde düşünmelidir. Henüz nihai şeklini almadığı için etkilenmeye ve şekillendirilmeye açık olan bu süreçte Türkiye’nin girdisi sadece “eline tutuşturulan” metinler ya da okumasıyla Washington’u memnun edeceğini düşünülen “söylemlerle” sınırlı tutulmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğu için model, ilham kaynağı ya da lider olması “kendi sesi” ile konuştuğunda, “yerel” yönünü unutmadığında ve gerektiğinde ABD/Batı ile sıkı pazarlık yapma yeteneğine sahip olduğunu gösterdiğinde daha kolay olacaktır. Bölge halkları Türkiye’nin AB sürecinde derinden yaşadığı, modernleşme ve demokratikleşmenin “bizden istendiğinden değil bizim için iyi olduğu için ve iyi olan şekilde” gerçekleştirilmesi gerektiği şeklinde özetlenen formülle uzun süre cebelleşmek zorunda kalacaktır. Bu kitlelerin değişimin salt objesi değil sujesi de olup olamayacakları bu değişimin başarısının en kritik faktörlerinden biri olacaktır.

Türkiye’nin de yaşadığı bu coğrafyanın modernleşmesi, ABD bu yönde bir söylemle ortaya çıkmasaydı bile, Türkiye için arzu edilir bir şeydir. Bu projenin çıkış noktası, bazen ifade edildiği gibi bencil, dar görüşlü ve hatta saldırgan bir bakış açısı bile olsa, başta Avrupa ve bölge devletleri ile yakın ve kapsamlı danışmalar vasıtasıyla, bu enerji daha olumlu yollara kanalize edilebilir. Asıl sorun bölgede arzulanılır olmanın ötesinde elzem hale gelen değişimin içeriğinin, zamanlamasının, temposunun, araçlarının ve bölge halklarının bu sürece nasıl dahil edileceğinin belirlenmesidir. Ankara Washington’u, Başkan Bush’un “artık diktatörleri destekleyerek eski hataları tekrarlamayacağını” söylediği anda dahi Azerbeycan ve Özbekistan gibi benzer rejimlere verilen destekte olduğu gibi söylemiyle uygulamaları arasındaki çelişkiler olduğu konusunda uyarmalıdır. Ankara Filistin sorununun çözümünün sadece adalet duygusunun tatmin edilmesi açısından değil, bölgede müspet gelişmelerin yaşanma şansını arttıracağı için de gerekli olduğunu vurgulamalıdır. Bölgede İran gibi ülkeleri –tamamen değilse bile ciddi ölçüde- rahatlatabilecek ve böylelikle nükleer silah edinmekten vazgeçirebilecek bir güvenlik mimarisi oluşturulması ve İsrail’in nükleer silahlarının da bu sisteme bir şekilde dahil edilmesi yönünde fikirler üretilmelidir[13].
Türkiye-İsrail-ABD İlişkileri

Türk-İsrail ilişkilerinin Türk-Amerikan ilişkilerinin önemli bir kalemi olduğu açıktır. İsrail’in Washington’daki gücü ve Washington’un Orta Doğu’daki iki müttefikiin yakınlaşmasından duyduğu memnuniyet ilişkinin önemli motorları olmuştur. Ancak özellikle son dönemde Türk-İsrail ilişkilerinin bir tür “serbest-düşüş” içinde olduğu görülmektedir. Özellikle İsrail’in Iraklı Kürt gruplara askerî destek verdiği iddiaları ilişkiye ciddi derecede zarar vermiştir[14]. Bu durumun Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde de etki yapması beklenebilir. İsrail, en azından ilk başta Türkiye’nin tepkisini iç kamuoyuna yönelik geçici bir jest olarak görmüş olabilir. Ayrıca İsrail Türkiye’nin elindeki istihbaratın söylentiler ve bölük pörçük bilgilerden ibaret olduğunu düşünüyor olabilir. Bir başka ihtimal de İsraillilerin, yaptıkları açıklamanın tersine, Türkiye ile ilişkilerin bozulmasının Kürtlerin oynayacakları potansiyel rolün kabul edilebilir bir bedeli olduğunu düşünmesidir. Türkiye’de resmi kurumlar dahil bir çok çevrede yakın zamana kadar -ve kısmen hala- geçerli olan İsrail’in Türkiye’yi kendisinden soğutacak adımlar atmaya cesaret edemeyeceği düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail, Türkiye ile girdiği özel ilişkinin “son kullanma tarihinin” geldiğinin değilse bile “azalan marjinal fayda” dönemine girdiğini düşünüyor olabilir. İsrail belki de, potansiyel olarak her zaman “kirişi kırabilecek”[15] Türkiye ile “kendisine her zaman bağımlı olacak” Kürtler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa ilkini seçmemeyi göze alabilir. Bir başka bakış açısına göre ise İsrail, Kuzey Iraklı Kürtleri bağımsızlığın eşiğine getirdikten sonra Türkiye ile daha güçlü bir “ittifak içi pazarlık” pozisyonu kazanacağını hesaplıyor olabilir. Bu noktada cevaplanması gereken önemli sorular arasında Türkiye’nin bu gerginliği hangi noktaya kadar götürebileceği, İsrail’in bu konudaki algılamasının ne olduğu ve Türkiye’nin İsrail’e memnuniyetsizlik ve hatta kızgınlığını “hissettirmek” için parça parça mı yoksa bir kerede büyük bir adım atması mı gerektiği de yer almalıdır. Bazı yorumcular, İsrail’in, Türkiye’nin duymak istedikleri şeyleri söyleyerek bu krizi aşabileceğini ve bir çok tahtada satranç oynadığı halde bunların hepsine hak ettiği ilgiyi vermekte zorlanan Ankara’nın dikkatinin yakında dağılacağını umduğunu düşünmektedirler. İsrail ayrıca, Washington ve New York üzerinden yapacağı uyarılarla Türkiye’yi “yeni durumu kabullenmek” zorunda bırakabileceğini hesaplıyor olabilir.

Türk-Amerikan ilişkilerindeki problemler ve iniş-çıkışlarla ilgili olarak İsrail’in bakışı ne olabilir? Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulması, belli sınırlar dahilinde kalmak şartıyla, İsrail’i rahatsız etmeyecek ve hatta bir parça memnun edecek bir gelişme olabilir. Bu tür bir gelişme Türkiye’nin ABD’deki Yahudi lobisine olan ihtiyacını arttırabilecektir. Ayrıca, Türkiye ABD’den alamadığı askerî teknolojiyi almak için İsrail’e daha fazla ihtiyaç duyabilecektir. İsrail, Ankara ile Washington’un arasının bozulmasından ancak Türkiye tamamen ABD’den kopar ve başta Araplar olmak üzere Müslüman dünya ile ciddi bir yakınlaşma sürecine girerse rahatsız olabilir ki, böyle bir gelişme hala uzak bir ihtimaldir. Türkiye’de, İsrail’in haklı veya haksız şekilde, askerî anlamda Mısır’dan sonra en önemli Arap ülkesi olan Irak’ın bölünmesini ve burada Araplar için yeni bir problem oluşturacak ve dolayısıyla İsrail üzerindeki baskıyı hafifletecek bir Kürt devleti kurulmasını isteyebileceğini düşünenler çoktur. İsrail, bunu istemese bile, Ankara tarafından, bir Kürt devletinin kurulmasına yardım edebileceğinin düşünülmesinde bir sakınca görmeyebilir. Çünkü eğer Türkiye, İsrail’in bir Kürt devleti kurulmasına yardım edebileceğini düşünürse İsrail ile ilişkilerinin iyi olması için ilave bir nedeni daha olacaktır.

Sonuç

ABD ile yaşadığımız ve Türkiye’nin belli bir süredir, Washington’un ise 1 Mart krizinden sonra karşılık bulamadığını düşündüğü “aşk”ın sona erdiğini düşünmek için yeterince neden birikmiş durumdadır. “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” tahmini bugün kulaklara eskiden olduğu kadar iddialı gelmemektedir. Ancak bu beraberliğin ve hatta evliliğin bitmesi anlamına gelmeyebilir ve ilişki daha çok bir “mantık izdivacına” ya da “açık evlilik”e dönüşebilir. ABD’nin Türkiye’den global ölçekte kıyaslanmaz, ikili ilişkilerde de ciddi derecede güçlü olduğu doğrudur. Ancak yukarıdaki asimetrilerden ikincisini yüksek sesle kabul etmekte çok hazır ve aceleci olmak, karşı taraftan talep edebileceklerimizin azalmasına neden olabilir. Aradaki asimetriyi ilişkinin merkezine oturtmamak gerekir. ABD’nin Türkiye’den kat kat güçlü olması aradaki pazarlıkların da aynı oranda ve sıklıkta ABD lehine çözülmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir çok konuda pazarlığın sonucunu belirleyen faktörler aradaki güç dengesi ile sınırlı değildir. Durumsal güç (situational power), diplomatik kabiliyet, kamuoyu desteği, konuların zayıf taraf için daha hayati olması ve dolayısıyla sorunun kendi istediğine yakın bir şekilde çözümlenmesi için daha fazla çaba, zaman ve siyasî sermaye harcamaya istekli olması gibi faktörler ittifak içindeki pazarlıklarda zayıf aktörlere somut güçlerinin ötesinde sonuç alma imkânı verebilir. Görülebilir gelecekte Türkiye dahil bütün devletlerin en önemli dış politika meselelerinden biri, belki de başlıcası, ABD ile en optimal düzeyde nasıl “iş yapılacağı” olacaktır. Burada gösterilecek maharet devletlerin dış politika başarı ve başarısızlıklarının en önemli belirleyicilerinden biri olacaktır. Çıkarları birbiriyle en uyumlu aktörler arasında bile bir pazarlık sürecinin işlediğini ve Türk-Amerikan çıkarları arasındaki uyumun artık çok yakın zamana kadar kabul gören derecede olmayabileceğini unutmamak gerekir. ABD ile Türkiye arasındaki asimetrileri göstererek Türkiye’nin Washington’a uygulayabileceği müeyyidelerin olamayacağını, Türkiye’nin ABD’nin gazabından kurtulup onun tarafından affedilmesinin ve “sırtının sıvazlanmasının” zaten yeterli olduğunu düşünenler de vardır. Türkiye’nin çıkarlarının, ABD’nin sadece çıkarları ile değil istekleri ile de aynı olduğunu düşünmeye meyilli kişi ve gruplar önemli bir yanılgı içerisindedir. Amerikan hegemonyasının moral ayağı zayıflamasa ve siyasî ayağı genel bir direnç görmese doğru olabilecek bu düşünce şu an için geçerliliğini yitirmektedir. Amerika ile sıkı pazarlık yapmanın mümkün olduğu bir dönemden geçilmektedir. Bu durum bir süre sonra sona erebilir. ABD Irak gibi “stratejik fazlalıklarından” kurtulduğunda Türkiye dahil herkese asimetrik bir üstünlük sağlayabilir. Son dönemde ABD’ye yapılan üst düzey ziyaretler büyük ölçüde ABD taleplerine karşılık verme zorunluluğunun öne çıktığı gezilere dönüşme eğilimi göstermektedir. Eğer Washington’a gidildiğinde adil ve dürüst bir danışma mekanizmasının işletilmesi yerine sadece ABD’nin talep ve dayatmalarıyla karşılaşılacaksa bu tür gezilerin net getirisinin olumlu olacağından emin olmak zorlaşmaktadır. “Böyle gezileri hiç yapmayalım mı?” sorusuna cevap vermek zorsa da, sadece “dostlar Beyaz Saray’da görsün” diye Washington’a gidilmediğinden emin olmak zorundayız. Washington ile diyalog ve danışmaların sürekli ve yoğun şekilde sürmesi elbette doğru olan şeydir ama bazen Washington’un üst düzey gezileri bu amaçlardan çok büyük ölçüde Türkiye’ye taleplerini iletmek için kullandığı görüntüsü oluşmaktadır. Gezinin başarısı büyük ölçüde Türkiye’nin göstereceği çaba, atacağı adımlar ve vereceği ödünlerle ölçülür hale gelmekte, piyasanın ABD ile ilişkiler konusundaki hassasiyeti ile “başarısız” bir gezinin faturasını büyük ölçüde Ankara’nın ödeyeceği endişesi gibi nedenler gezinin içeriğine damgasını vurmaktadır. Başta ABD olmak üzere Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin sağlığının temel göstergesi “aramızın iyi olması” değil, ilişkilerin çıkarlarımızı koruma ve ilerletmeye ne ölçüde katkıda bulunduğu olmalıdır.

Washington’un Türkiye’nin AB süreci ile ilgili yaklaşımı değişik spekülasyonlara neden olmaktadır. En genel şekliyle ABD’nin bu sürece olumlu baktığına inananlarla buna inanmayanlar arasında bir tartışma yaşanmaktadır. İlk görüşü savunanlar, Türkiye’nin Batı kampına demirlenmesi, demokrasisinin garanti altına alınması ve ülkenin genel bir istikrar trendine girmesi için AB perspektifinin elzem olduğunu ve bunların hepsini kendi çıkarlarına uygun gören ABD’nin Bush’un Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasında[16] olduğu gibi bu sürece verdiği desteğin samimi olduğunu düşünmektedir. Konuya bir parça daha farklı yaklaşanlar ise ABD’nin desteğinin Türkiye’nin kendisi ile ilgili düşüncelerden çok, Washington’un kendisine karşı orta ve uzun vadede – bazılarına göre ise halihazırda- rakip olabilecek AB’nin olabildiğince büyüyerek sulanması ve gevşemesini istemesiyle ilgili olduğunu düşünmektedirler. Bu düşünceye göre ABD Türkiye’nin üye olmasıyla İngiltere ve yeni yeni Polonya’nın olduğu gibi AB içinde –anlamı tam olarak tanımlanmayan- bir “Truva atı” olabileceğini ummaktadır. Ankara böyle bir role razı olmasa bile Türkiye’yi hazmetme sürecinin AB’nin enerjisinin önemli bir bölümünü tüketeceği umuluyor olabilir. İkinci ve giderek daha çok taraftar bulmaya başlayan –ama belki hala azınlıkta olan- görüşe göre ise Washington, tersi söylemine rağmen, aslında Türkiye’nin AB üyeliğini arzu etmemektedir. Ancak bunun zaten mümkün olmadığını düşündüğü için, bu üyeliğe açıkça karşı durmanın “şık olmayacağını” ve bu durumun Türkiye’nin kendisine bakışını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğü için, veya bu süreci durdurmanın mümkün olmadığına kanaat getirdiği için bu arzusunu açıkça ifade etmekten kaçınmaktadır. Hatta bir başka görüşe göre Washington Türkiye’nin üyeliği konusunda yaptığı ısrarlı ve belki de abartılı çağrı ve jestlerin için için ters tepmesini ve AB üyelerinin konuya bakışını olumsuz etkileyerek bu üyeliği engellemesini ummaktadır. Bu noktada ABD’nin ve hatta Bush yönetiminin içinde farklı bakış açıları olabileceği, aslında ABD’nin bu konuda net ve değişmez bir politikası olmadığı; böyle bir politika varsa bile bunun Washington tarafından umulan türden bir sonuç vermeyebileceği ihtimalleri de yok sayılmamalıdır. Örneğin Türkiye’de Clinton tarafından bu konuda verilen desteğin hem daha “samimi” olduğu hem de Helsinki’de olduğu gibi bu yüzden olumlu anlamda daha etkili olduğu düşünülmektedir. Bush Yönetimi’nin “gerçek fikirlerini” resmi pozisyona sahip olmadıkları için daha rahatlıkla telaffuz ettiği düşünülen Richard Perle ve Bernard Lewis gibi isimlerin Türkiye’nin AB üyeliğini onaylamadıklarını ve ABD-İsrail çizgisinde kalmasını tercih ettiklerini belirtmeleri bu konuyu anlamaya çalışan kişilerin dikkate almamazlık edemeyecekleri bir nokta olmuştur.

Irak harekâtından sonra ABD’nin gözünde İncirlik ve Türkiye askerî anlamda önemini ciddi oranda kaybetmiş olabilir. Ama Türkiye, “Türk modeli” ile belki başka bir şekilde önemli olmaya devam edecektir. “Model olmak,” başka hiçbir şeye yaramasa bile Türkiye’ye demokrasisi ve ekonomisini disipline etmeye ve kendine ancak yüksek standartları münasip görmesine katkıda bulunabilir. Eğer Türkiye demokratik model olarak görülürse içeride demokrasiden kaymalar muhtemelen daha zor hale gelir. “Model olmak” Washington’un Ankara’ya bakışını da değiştirecektir. Örneğin Paul Wolfowitz’in Türk ordusunun Irak harekâtını destekleme konusunda daha aktif olmasını istediği konuşması demokratik modelle çelişmektedir ve bu söylem muhtemelen tekrarlanmayacaktır. Türk ordusu içinde AB üyeliğine yönelik pozisyonun yumuşamasında, başka şeylerin yanında, son dönemde Ankara’nın ABD tarafından maruz kaldığı muamelenin de rolü olmuş olabilir. Sadece ABD’ye mecbur olmanın Türkiye’yi kısıtlayacağı duygusu elitler dahil kamuoyunun önemli bir kısmına hakim olmuştur.

11 Eylül’ün Türk-Amerikan ilişkilerini geliştireceği beklentisi doğru çıkmamıştır. Ayrıca son dönemde yaşanan ya da daha önce başladığı halde son dönemde daha görülür hale gelen bir kısmı yapısal bazı değişimler, ilişkinin içeriği, yakınlığı ve derinliğinde önemli yenilikler yaratmaktadır. Aşağıdaki faktör ve trendler tek tek ve birbirlerini güçlendirerek Ankara’nın Washington’a bakışında kalıcı olması muhtemel değişiklikler yaratmıştır. Karşılıklı olduğu söylenebilecek ama daha çok Türk tarafından Washington’a yönelen güvensizlik; AKP’nin kısmen liderliğinin ama daha çok tabanının yakın dönemde iktidarı paylaşan diğer partilere göre dış politikada daha farklı eğilim, tercih, öncelik ve refleksleri olması; transatlantik ilişkilerinde oluşan kırık ve AB üyeliği sürecinin Ankara’nın bazı tercihlerini koşullandırması; tüm dünyada hakim olan ama sadece duygusal bir boşalma olarak değerlendirilemeyecek Amerikan aleyhtarlığı dalgası; Ankara’nın komşularla doğal olmayan kopukluğu giderme ve ticaret yapma isteği; Türk dış politikasında kamuoyunun rolünün artması, ordunun rolünün azalması ve ordunun Amerikan yanlısı reflekslerinin zayıflaması; 90’lı yıllarda Ankara’nın Washington’un Irak politikası nedeniyle ödediğini düşündüğü ekonomik ve siyasî bedelin hatırası; iki ülkenin tehdit algılamalarında oluşan farklılıklar; Saddam rejiminin devrilmesi ve Amerikan işgalinden sonra Irak’taki Kürt sorununun bir çeşit sonuca doğru gittiği ve bu konuda ABD’nin Türkiye’nin tercih ve endişelerini yeterince dikkate alamayabileceği düşüncesi; ABD ile “komşu olmanın” Türkiye’nin güvenliği ile ilgili sonuçları olabileceği endişesi.

ABD ile ilişkide daha tüccar, daha karşılıklık ilkesine dayalı, daha serbest, ne kadar mümkünse o kadar eşit ve adil, fazla bağlayıcı olmayan, her zaman her koşulda beraber hareket edilmesi şart olmayan ve işbirliğinin çıkarların ve eğilimlerin kesiştiği alanlarla sınırlı olacağı daha mesafeli bir formata geçilmelidir. Böyle bir ilişki en azından ilk başta hem ekonomik hem de siyasî anlamda “veresiye kabul etmeyen bir müessese” haline dönüşebilir. İki taraf arasındaki “güven kredisi ve likiditesi” sınırlı olacak böyle bir ilişki şüphesiz geçmişe oranla çok daha az stratejik ciro yaratacaktır. Ancak tarafların “defterleri” arasındaki farklılıklardan kaynaklanan tartışmaların yaşanmasının önüne geçilebilecektir. Türkiye’nin “babaevini terkedip artık kendi ayakları üzerinde durması” ve bazı risk ve maliyetleri olmakla beraber, bu tür bir ilişkiye geçilmesi mümkündür. Zaten bu yönde bir trend olduğu da söylenebilir.












[1] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, ABD ve Irak Harekatı: Hayır Diyebilen Türkiye”, Stratejik Analiz, (Ocak 2003), Cilt: 3, No. 33, ss. 41-46; “Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?” Stratejik Analiz, (Mayıs, 2003), Cilt 4, No. 37, ss. 46-52; “’Çirkin Amerikalı' ile ‘Güven Bunalımı’: Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Stratejik Analiz, (Ağustos 2003), Cilt 4, No. 40, ss. 43-48; Mark Parris, “Starting Over: U:S-Turkish Relations in the Post-Cold War Era”, Washington Institute, (Mart 2003), Bülent Aliriza, “Seeking Redefinition: U.S.-Turkish Relations after Iraq”, CSIS, 5 Haziran 2003, TurcoPundit, http://ajp1914.blogspot.com ve http://turcopundit.blogspot.com
[2] Bill Park, “Iraq’s Kurds and Turkey: Challenges for US Policy”, Parameters, Cilt 34, No: 3 (Güz 2004), ss. 18-30.
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, (Eylül 2004), ss. 20-24.
[4] “Türk modeli”nin sınırları ve sorunları için bkz. Ömer Taşpınar, An Uneven Fit? The “Turkish Model” and the Arab World, Brookings Institution, (Ağustos 2003).
[5] Muhsin Öztürk ve M.Yaşar Durukan, “Ulusalcıların yeni Kızılelma'sı Avrusya”, Aksiyon, No: 484, (15 Mart 2004), İstanbul.
[6] Stephen Walt, “Why Alliances Endure or Collapse”, Survival, Cilt. 39, No.1, (Bahar 1997), s. 170.
[7] Graham Fuller, “Turkey's Strategic Model: Myths and Realities”, Washington Quarterly, Cilt. 27, No.3, (Yaz 2004), ss. 51-64.
[8] Paul Wolfowitz’in IISS’deki Konuşması, (2 Aralık 2002) Konuşmanın metni için bkz. ABD Savunma Bakanlığo İnternet Sayfası http://www.defenselink.mil/speeches/2002/s20021202-depsecdef.html . Bu pozisyonun gayrı-resmi iki ifadesi için bkz. Morton Abramowitz ve diğerleri, Turkey at the Threshold: Europe's Decision and U.S. Interests, Atlantic Council of the United States, (August 2004); David L. Phillips, “Turkey's Dreams of Accession”, Foreign Affairs, Cilt. 83, No. 5, (Eylül/Ekim 2004), ss.
[9] Bill Park, “Strategic Location, Political Dislocation: Turkey, the United States and Northern Iraq”, MERIA, Cilt 7, No. 2 (June 2003), ss. 11-23.
[10] Yasemin Çongar, “ABD'nin yeni kuvvet dağılımı”, Milliyet, (23 Ağıstos 2004).
[11] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, (Nisan 2004), Cilt. 4, No.48, ss. 53-59.
[12] Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Konuşması için bkz Genelkurmay Başkanlığı İnternet Sayfası, 8 Temmuz 2004, http://www.tsk.mil.tr/genelkumay/bashalk/2004basinbringleri/temmuz2004/temmuz2004_basinbrifingi.htm
[13] İran’ın nükleer silah edinme isteği Türkiye’ye karşı korkulardan kaynaklanmıyorsa da nükleer bir İran’ın Türkiye’ye karşı önemli bir psikolojik üstünlük yakalayacağı ve Türkiye’nin güvenliği açısından komplikasyonlar yaratacağı açıktır. Ankara’nın, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını ve bu ülkeye yönelik bir Amerikan askerî harekatını engellemek, İran’ı demokratikleşmeye teşvik etmek ve bu sürece katkıda bulunmak ve bu ülkeyle ekonomik, siyasî ve güvenlik boyutunda ilişkilerini geliştirmek için Tahran’la yoğun ve yapıcı bir diyalog içinde olması gerekir. Türkiye bu konuda Avrupa devletlerinin ‘tatlı-sert’ üslubunu ABD’nin ‘haşin’ üslubuna tercih etmelidir. Avrupa, Irak’tan farklı olarak, İran konusunda insiyatifi kaptırmamak istediği için bu ülkeyi Amerikan müdahalesine neden olabilecek politikalardan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Danışıklı olmasa bile, Avrupa ile ABD arasında bir ‘tatlı-sert polis-kötü polis’ rol dağılımı yapılmış gibidir. Bu arada, İran’ın demokratikleşmesi, modernleşmesi ve bir güvenlik problemi olmaktan çıkması, Türkiye’nin yaşadığı coğrafyanın AB üyeliği önündeki büyük engellerden biri olmaktan çıkmasına yardım edebileceği için Türkiye için önemlidir.
[14] Seymour Hersh, “Plan B”, New Yorker, (June 28 2004), http://www.newyorker.com/fact/content/?040628fa_fact
[15] Amnon Barzilai, “Israeli arms sales to Turkey a target”, Ha’aretz, (4 Temmuz 2004).
[16] Başkan Bush’un 29 Haziran’da Galatasaray Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın metni için bkz. ABD Ankara Büyükelçiliği İnternet Sayfası, http://www.usemb-ankara.org.tr/bushgala.htm

 
U.S. foreign policy, Middle East, Turkey and Beyond

ABD dış politikası, Orta Doğu, Türkiye ve Ötesi

Şanlı Bahadır Koç,


If you want to receive it early in the morning subscribe to FPR
TurcoPundit Home
Pre-March 2004Archive

ARCHIVES
March 2004 / April 2004 / May 2004 / June 2004 / July 2004 / August 2004 / September 2004 / October 2004 / November 2004 / December 2004 / February 2005 / May 2005 / June 2005 / October 2005 / November 2005 / December 2005 / January 2006 / February 2006 / March 2006 / April 2006 / May 2006 / June 2006 / July 2006 / August 2006 / September 2006 / October 2006 / November 2006 / December 2006 / January 2007 / March 2007 / April 2007 / May 2007 / June 2007 / July 2007 / August 2007 / September 2007 / October 2007 / November 2007 / December 2007 / January 2008 / February 2008 / March 2008 / April 2008 / May 2008 / June 2008 / July 2008 / August 2008 / September 2008 / October 2008 / November 2008 / December 2008 / January 2009 / February 2009 / March 2009 / April 2009 / May 2009 /

What they have said about Foreign Press Review
"FPR'ın iki "kötü" özelliği var: 1. Alışkanlık yaratıyor, onsuz yapamaz hale geliyorsunuz; 2. Değeri alındığı değil, arada bir de olsa, alınamadığı vakit anlaşılıyor. Bir de sürekli bir kaygıya yol açıyor; 'Ya bir gün kesilir ve onu hiç alamazsam' duygusuyla sürekli yaşamak kolay değil."

Cengiz Çandar


"... fantastic .... an outstanding and unique service, not just for those who follow Turkey closely, but those who follow international trends and ideas. ... selection of material is some of the best anywhere ... coverage of the Turkish press and Turkish issues is truly unsurpassed .... outstanding and intelligent service"

Graham Fuller


"... extremely useful"

Andrew Mango


"FPR olmadan ne yapardım ya da bugüne kadar ne yapmışım bilemiyorum"

Soli Özel


"Güne başlamak için FPR’den daha iyi bir yol düşünemiyorum"

Hasan Ünal


Makaleler


Ankara ve Güneydeki Riskler 29 Aralık 2011
İslamcı Dalga Üzerine 5 Aralık 2011
Ankara’ya Suriye ile İlgili Bazı Tahlil, Tahmin, Uyarı ve Öneriler 2 Kasım 2011
İran ile İlgili Son Amerikan İddiaları ve Türkiye 16 Ekim 2011
Ankara Suriye’de “Rejim Değişikliği” Politikasına Geçerken 28 Eylül 2011
Türk Dış Politika Gündemine Dair 7 Kısa Not 6 Eylül 2011
“Zafer İlan Et ve Kaç:” ABD ve Afganistan’dan “Sorumluca” Çekilmenin Mantığı 23 Haziran 2011
Orta Doğu'da Durum Raporu 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine Notlar 25 Mayıs 2011
Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 3 Mayıs 2011
ABD ve Karadeniz Nisan 2011

Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 20 Nisan 2011
Amerika-Sonrası Dünyanın Provası Olarak Libya Krizi ve Türkiye 22 Mart 2011
“Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 10 Şubat 2011
Analiz Üzerine Notlar 14 Ocak 2011
Wikileaks Üzerine Notlar ve Yorumlar 23 Aralık 2010
Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 29 Kasım 2010
Amerikan Travması ve Kongre Seçimleri 23 Kasım 2010
Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 20 Ekim 2010
Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 12 Ekim 2010
"Kürt Devleti" Üzerine Notlar ve Çeşitlemeler 23 Eylül 2010
Mullen’ın Ankara Ziyareti 7 Eylül 2010
ABD’nin Afganistan’daki Seçenekleri 24 Ağustos 2010
Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 18 Ağustos 2010
İsrail-ABD-İran-Türkiye Dörtgeni 26 Temmuz 2010
Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 16 Temmuz 2010
Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi Temmuz 2010
Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 5 Temmuz 2010
“Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü 02 Haziran 2010
Nükleer Takas: “Savaşı Bitiren Anlaşma” mı, “Acem Oyunu” mu? 20 Mayıs 2010
ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 1 Mayıs 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Normalleşme” Sancıları 22 Nisan 2010
Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 9 Nisan 2010
ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 5 Nisan 2010
Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 19 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010
Ermeni Karar Tasarısı Üzerine Notlar, Yorumlar ve Öneriler 8 Mart 2010 (word)
Bütçe Açığı ve Amerikan Gerilemesinin Ekonomi Politiği 19 Şubat 2010
Cemaat-skeptic 6 Ocak 2010
AKP bir seçim daha kazanırsa burası FC olur 4 Ocak 2010
ABD bu işin neresinde? 29 Aralık 2009
Türkiye-Ermenistan Protokolü Üzerine Düşünceler 3 Eylül 2009
"Obama’nın Savaşı":AfPak Üzerine Notlar 20 Nisan 2009
Obama’nın Ardından 17 Nisan 2009
Obama’nın Türkiye Gezisi ve Türk-Amerikan İlişkileri 19 Mart 2009
ABD ve Orta Doğu Barış Süreci Mart 2009
Obama’nın “Kırkı Çıkarken” Mart 2009

ABD-PKK “İlişkisi” Üzerine Notlar Şubat 2009
Mahşerin Üç Atlısı: Ross, Holbrooke ve Mitchell 5 Şubat 2009
SOFA ABD için Irak’ta “Sonun Başlangıcı” mı? Ocak 2009
Obama Döneminde ABD ve Asya 15 Ocak 2009
Obama’nın Güvenlik Kabinesi Üzerine Notlar 4 Aralık 2008
Yeni ABD Başkanı Obama ve Türk-Amerikan İlişkileri 6 Kasım 2008
ABD Başkanlık Seçimlerinin Türk-Amerikan İlişkilerine Muhtemel Etkileri 30 Ekim 2008
ABD Başkanlık Seçimleri Ekim 2008
Obama’nın Biden’ı Tercihinin Bir Tahlili 26 Ağustos 2008
Amerikan Sağı Üzerine Notlar Ağustos 2008
Gürcistan Krizi, ABD ve Türkiye 11 Ağustos 2008
Obama'nın Dış Gezisi 29 Temmuz 2008
Başkan Bush’un Avrupa Gezisi ve Transatlantik İlişkileri 18 Haziran 2008
ABD Seçimleri (ppt) - 10 Haziran 2008
"Sessiz Tsunami": Global Gıda Krizi (ppt) - 29 Nisan 2008
Amiral Fallon'un İstifası 13 Mart 2008
ABD ve PKK İlişkisi Üzerine Notlar 22 Kasım 2007
“İçeride Liberal, Dışarıda Şahin”: K. Irak’a Harekat Üzerine Notlar 25 Ekimy 2007
K.Irak'a Ekonomik Müeyyideler Üzerine Sorular 25 Ekimy 2007
Irak "Hamle"sinin Muhasebesi Eylül 2007
Türk-Amerikan İlişkileri - Yeni Dönemin Gündemi Eylül 2007
ABD, K. Irak ve Türkiye Üzerine Notlar ve Sorular Haziran 2007
ABD ve Orta Doğu: "Müflis mirasyedi" mi "stratejik deha" mı? Mayıs 2007
Recommendations for Strengthening U.S.-Turkish Relations February 26, 2007
ABD'nin Irak'taki Seçenekleri Ocak 2007
'Topal Ördek'le İki Yıl Daha: 2006 Kongre Seçimleri Aralık 2006
U.S.: Empire, Gulliver or the “First Among Unequals” (ppt) - ASAM 2023 Conference - October 2006
Türk-Amerikan İlişkilerinde “İkinci Bahar” mı, “Sonun Başlangıcı” mı? Stratejik Analiz - Haziran 2006 -
Irak’ta Direnişin ve İşgalin Gölgesinde Demokrasi Deneyi Avrasya Dosyası - İslam ve Demokrasi Özel Sayısı
Gurur ve Önyargı: ABD İran Gerginliği ve Türkiye Stratejik Analiz Nisan 2006 - (pdf)
Arzın Merkezine Seyahat: ABD Ulusal Güvenlik Konseyi - Journey to the Center of the World: U.S. National Security Council Avrasya Dosyası 2005
Dört Tarz-ı Siyaset: Türk-Amerikan İlişkileri ve Başbakan Erdoğan’ın Washington Ziyareti Temmuz 2005
11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri: Eski Dostlar mı Eskimeyen Dostlar mı? Avrasya Dosyası - 2005
“Dört Yıl Daha”: Yeni Bush Yönetimi ve Dünya Aralık 2004
2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri Aralık 2004
Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti Nisan 2004 - eksik
Askerî Alanda Devrim: Askerî Bir Senfoni Ocak 2004
Çirkin Amerikalı’ ile ‘Güven Bunalımı’: ‘Süleymaniye Krizi ve Türk-Amerikan İlişkileri Temmuz 2003 - ( pdf )
The Middle East: A Land of Opportunity and Peril for Turkey - May 2003
Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı? Mayıs 2003
Türkiye, ABD ve Irak Harekâtı: Hayır Diyebilen Türkiye? - Şubat 2003
Değişim, ‘Sense of Proportion’ ve Tarihin Yararları ile Sınırları Üzerine Nisan 2003
ABD Güvenlik Politikalarında Güç Kullanımı ve Caydırıcılık Ağustos 2002
“Yalnız Kovboy” ya da “Eşit Olmayanlar Arasında Birinci”: ABD Dış Politikasında Tektaraflılık-Çoktaraflılık Tartışmaları Mart 2002
İyi, Kötü ve Çirkin: ABD'nin Orta Doğu Politikaları Ocak 2002
Unilateralism corrupts, absolute unilateralism corrupts absolutely Turkish News, May 21, 2002
ABD ve Afganistan: Çıkış Var mı? Kasım 2001
Realism and Change
Crime and Punishment - Deterrence and its Failure in Theory and Practice 2001
“Tüketebileceğimizden Daha Fazla Değişim” ya da Eskimeyen Dünya Düzeni Ekim 2001
“ABD-AB İlişkilerinde Metal Yorgunluğu” Haziran 2001
It never rains circa. 1991.
.



Powered by Blogger